Beyaz Gemi beni mimlemiş. Bende görünce klavyeme yapıştım=) 

Blog açma hikayeniz nedir?
Arkadaş kurbanıyım. Üniversitede bi arkadaşımın zoruyla bi blog açtım ama yazacak tek satır bulamadım kaldı öylece. Zaten twittera da onun zoruyla girmiş “ben kullanamam saçma şey” demiş ay sonunda attığım tweet sayısı bin küsürdü. Günlerden bi gün çok değişik bişey oldu ve benim canım fena halde sıkıldı. Öyle dolanırken bi blogda kitap yorumu okudu ve aydınlanma yaşadım. Canım sıkılıyordu ve blog benim kelime engeline takılmadan her istedeğimi yazıp çizebileceğim bi yerdi.

Blog isminiz nereden geliyor? Neden bu isim?
Sırbistan`da bir nehir, Bulutsuzluk Özlemi`nin 2009 da çıkan albümünde bir şarkı. Benim yüklediğim anlamsa hayal dünyam. Yatağımın altına sakladığım günlüğüm, terapim… Bana ait olan, benim olduğunu hissettiğim tek kelime…

Hangi mevsimi seversiniz?
Kesinlikle yaz.

Bu mevsim size neyi çağrıştırıyor?
Güneş, ben, kahkaha, tatil, deniz, hediye.

Kırmızı ruj mu eyeliner mi?
Kurmızı ruj. Bir yıl önce olsa hiçbiri olurdu ama bu yıl kırmızı ruju gerçekten sevdiğimi ve beni mutlu ettiğinifark ettim. Eyeliner hiç benlik olay değil. İnce uçlu, sıvı, katı derken çok karışık geliyor. Sürmek sıkıntı, ayırt etmek sıkıntı, üzerine bide sürünce elini gözüne atıp kaşınma hissine son verememek sıkıntı.

Blog yazmak sana ne kazandırdı?
Öncelikle bi çok arkadaş. Bambaşka bir dünya. O yazı yazarken ki resmi soğuk beni alıp götürdü, beni daha çok ben gibi yazmaya itti. Ee bide arkadşlarıma kazancı oldu. Baş ağrılarına son verdi. Nasıl mı? Okuduğum kitapları, izlediğim filmleri uzun uzun dinlemekten kurtuldular. Şimdiki olayımız “Bunu izledim güzeldi”.

Kitap okumak mı bir şeyler yazmak mı?
Kitap okumak.

Şiir mi roman mı hikaye mi?
Roman diye bağırmak istiyorum. Lisede ki derin şiir ezberleme seanslarından sonra psikolojim baya bi altüst oldu sanırım.

En çok etkilendiğin film?
Fight Clup


Hangi tür kitap/film?
Film; bilim kurgu, aksiyon, biyografi, suç,  romantik komedi.
Kitap hepsini okurum ama dünyadan uzaklaşmak için romantik tür tercih sebebi.

Öğrenci olmak mı iş hayatı mı?
Öğrencilik. Bi kere bünyede yılların verdiği alışkanlık var. Hem kim ne derse desin iş=disiplin. Ama Öğrenciysen okula üç gün gitmedin diye kapıyı göstermez, en kötü dersi seneye alırsın. Boş vaktin daha çok. Hafta içi kaç iş alanında tatil var ki. Tek dezavantajı bitmek bilmeyen ödevler, projeler, sınavlar ve kaprisli öğretmenler. Bu da gül diken olayı oluyor sanırım.

Kitap okumak mı film izlemek mi?
Kitap okumak. Film dizi izlerken dikkatim dağılıyor. Beğensem bile uzun geliyor. Evde kalk dolan ama sinemada arayı iple çeker oluyorum.

Klasik giyinmek mi spor giyinmek mi?
Kot t-shirt olayı tam benlik. Ama iş görüşmesi olayı dolabıma uzun uzun bakmama neden oldu son günlerde.

Almaktan asla vazgeçmeyeceğiniz şey ne?
Kitap..

En sevdiğin yemek nedir?
Semiz otu salatası yemekten sayılıyor mu?

En sevdiğin dizi?
Game of Thrones  ve Sherlock  gerçi hala son sezonları duruyor=)

Özel bir yeteneğin olsa bunun ne olmasını isterdin?
Yalan makinası olmak isterdim. Tabi böyle deyince garip oldu ama yalan ve doğruyu birbirinden ayıran bi sistemim olsaydı.

Hasta olmanın en kötü yanı nedir?
Acı.

Alınacak listen var mı? İlk 5'i nedir?
Uç, silgi (malum finaller)
Klasik kıyafet (ne olursa)
Daha fazla kitap
Mouse
Macbook pro

İlk aldığın makyaj malzemesi nedir?
Anneme anneler gününde ruj almıştım. Şansa bakın ki koyu renk bi kırmızı.

Kimler Mimlenmiş çok bakamadım çok etikete maruz kalanlardan özür dilerim.




        Yatağıma güzelce kuruldum. Her zamanki gibi kucağımda bilgisayarım. Bu kez tam ayak ucuma, yatağın üstüne bir kavanoz koydum. İlk ölçü aldım, sonrada kavanoza  uzun uzun baktım. Ama tasarlamam gereken reçel etiketi için gram ilham gelmedi. Olmayınca olmuyor, ilhamda gelmeyince gelmiyor işte dedim. Sonra ne yapsam diye düşünmeye başladım. Arkadaşımdan alıp izlemediğim filmler geldi aklıma. Biri My Name Is Khan, diğeri Taare Zameen Par.


          My Name Is Khan`a konusuna, falanına filanına bakmadan başladım. Karşıma özel eğitime ihtiyaç duyan bir çocuk geldi. Ona derin bi sevgi duyan ve durumunu fark etmiş olan annesi.  Çocuğunun kolundan tutup onun zekasını yönlendirebilecek bir adama götürür. Çocuk toplumun farklı olana olan “aptal” algısını bi kez daha yıkan gerçekten zeki bi çocuktur. Çünkü yaşadığı hastalık aslında onun sosyal becerilerini etkileyen, öğrenmesini veya zekasını etkileyen bi  durum değildir. Aradan geçen yıllardan sonra annesi ölür ve Khan abisinin yanına Amerika`ya gider. Yengesi ondaki sorunun asperger sendromu olduğunu keşfeder. Durumuna bi tanı konan Khan abisiyle birlikte çalışmaya başlar. Güzellik ürünleri satarken Hintli bi kıza aşık olur. Evlenirler falan filan unsurlu konu iskeleti budur.




          Filmde ana unsur Khan`ın hasta olması ya da hastalığına karşı mücadelesi değil. Khan`nın dünyadaki tüm kötü olgulara olan mücadelesi. Terör, savaş, nefret, düşmanlık… Çünkü filmde 11 eylül saldırısını ve bunun tüm taraflar üzerindeki etkisi işlenmekte. Şu bir gerçek ki arkasında nasıl bi komple teorisi olsa da insanların birbirlerine olan tüm tavırları ister istemez değişmiştir. Dünya üzerinde insan hayatından daha değerli hiç bişey yoktur.  Khanda tüm yaşadıklarından sonra Amerika Birleşik Devletleri başkanıyla görüşmek için yollara düşer. Çocukluğunda hindu Müslüman çatışmasını görmüş, 11 eylül saldırılarından sonra Müslüman olduğu için bir çok acı yaşamış… İnsanlar onun gözünde ikiye ayrılıyordu. Annesinin ona çocukken söylediği gibi…


              “Dünya da iki tip insan vardır; iyi insanlar ve kötü insanlar…..”


            İkinci sınıfta ilk defa dersime giren bir hoca ilk dersinde bize bir film izletmek istediğini söyledi. Açıp izlettiği film Taare Zameen Par`dı. Ishaan adından öğrenmekte okuyup yazmadığı için güçlük çeken bir çocuk vardır. Öğretmenlerinin, arkadaşlarının, ailesinin gözündeyse yaramaz, ders dışında aklı her türlü munzurluğa çalışan, dikkatsiz, tembel, küstah bir çocuktur. Bi çocuk için ne kadar çok kötü düşünce yığını… Ishaan ise denemesine rağmen bi türlü okumayı yazmayı beceremiyor ama harika resimler çiziyor, muhteşem hayal gücüyle dünyaya bakıyor. Ama bu onu farklı kılıyor. Toplumsal düzende motorlaşmış insanlar, okulun sadece matematikte fizikte başarıdan başka bir şey olmadığını düşünen genel görüş için o koca bir yanlıştan ibarettir.


         Ailesi sonunda onu yatılı bir okula gönderir. Oradaki öğretmenlerinde durumu çok farklı değildir. Ailesini deli gibi özleyen ve resmen öğretmenlerinin psikolojik işkencesine katlanan çocuk sonunda hayata resmen küser. Ve işte o anda  hayatında farklılık yaratacak resim öğretmeni rengarenk bi şekilde hayatına dalar. Onda ki disleksiyi  bi tek o fark eder ve onun için mücadele etme sürecine girer.


           Kızdığım şey bazı anne babaların çocuk değil de kendilerine horoz dövüşleri için horoz yetiştirmeye kalkmaları. Bazı öğretmenlerin sadece maaşlarının ardındaki sıfırları düşünmeleri. Çocuk kurallara uygun, beklendiği gibi davranıyorsa onlar için yeterli. Ama bir konudaki ellerinde  olamayan sebeplerden dolayı başarısızsa anında gözden çıkarılıyorlar. Tüm hatanın onlarda olduğu düşünülüp el birliğiyle onları toplumdan dışlama yoluna gidiyorlar. Çocuklara o kadar uzaktan bakıyorlar ki içlerinde bulundukları durumun sadece etkilerini görüp “salak” damgasını yapıştırıyorlar. Bu konuda toplum duyarlılığımız ne yazık ki çok düşük.


       Söylenebilecek tek şey Taare Zameen Par filmini anne baba olacak, anne baba olan, öğretmen olan ve öğretmen adayı olan herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Ben iki filmi de çok severek ve beğenerek izledim. Aamir Khan etkisinden bahsetmedim ama bu adam işini gerçekten biliyor. Umarım sizlerde seversiniz. Koca keyifli seyirler.  


      Bu arada tasarımı filmden sonra oturdum bitirdim. Meğer benim ilham sadece gece uğruyormuş.



         Bir Julıa Quınn serisine daha merhaba dedim. Bridgerton artık benim gözümde efsanelerden biridir. Onun yerini hiç bişey tutamaz ayrı. Bu kitapla da Bridgerton`ları anmış oluyoruz. Çünkü seri boyunca her karakterin korkulu rüyası Smythe-Smith müzikalinde çalan kızların hayatlarına tanık olacağız. 


         İlk Smythe-Smith kızı da Honoria. Honoria abisi Winstead Kontu Daniel`in en yakın arkadaşına kendini bir anda aşık bulur. Chatrteris Kontu Markus Holroyd`un durumu da Honoria`dan farklı değildir. En azından benim arka kapaktan çıkarımım buydu. Kitapta olanlarsa benim beklediğimden birazıcık farklıydı. Honoria ve Markus Daniel sayesinde tanışmış çocukluk arkadaşları diyebiliriz. Honoria Marcus`u altı yaşından beri tanıyor. Abisi Daniel ülkeden gitmek zorunda kalıncaya kadarda sık sık görüşüyorlar. Abisinin gitmesiyse kızın hayatında bir çok şeyi değiştiriyor. 




       Daniel ülkeyi terk ederken son dakika golü atıp Marcus`tan kız kardeşine göz kulak olmasını istiyor. Evlenme yaşına geldiği için balolarda süzülmek durumunda olan Honoria`yı kurtlardan kurtaracak kişi olmakta Marcus`a düşüyor. Marcus çocukluğundan beri içine kapanık, sessiz bir çocuk. Yegane arkadaşı ise Daniel. Sırf arkadaşına söz verdiği için sezonu nefret ettiği Londra`da geçiren, Honoria`ya yaklaşan solucanları uzaklaştıran bir kurban.


       İkisinin yollarıysa uzun bi aradan sonra yağmurlu bir günde Cambridge`de kesişir. Ev partisi, köstebek çukuru derken Marcus yataklara düşer ve onu kurtarmak ise Honoria`ya kalır. Sonra hasta odasında aşkları alevlenir ve bam. Sonunda birbirlerine aşık olduklarını fark ederler. Yani bu zamana kadar akılları başlarında olmadan dolaşmaktalarmış.


       Yeni bir seri ve Julia kitabı olunca çok şey bekledim kitaptan ama o Bridgerton havasını yakalayamadım. Kitap çok güzeldi ama diğer kitaplarındaki gibi bol diyaloglu ve aksiyonlu değildi. Burda ki aksiyon tabi ki çiftimiz arasındaki. Zaten nasıl olsun kitabın yarısında Markus ölü gibi yattı zavallım. Kızsa kendi kendime konuşuyorum deli derler bana demeden boyna konuştu. Kendi konuştu Marcus işitti. Eee kitabın büyük bir kısmı hasta yatağında geçti, artık hareketlenir dedim. Bu kez de müzikal parçasıdır, çıkarım çıkmam tartışmaları başladı. Çiftimiz gene yalan oldu.


        Çiftimizin diyalogu azdı ama duygu bakımından oldukça doyurucuydu. Bendeki yüksek beklenti çamur atmama sebep oluyor ama yiğidi öldür hakkını yeme derler. Kitap güzeldi. Sadece Julia`nın yüksek performansının “p” si eksikti.  Kaldı ki arka kapak tanıtımına bayıldım.  Bu kadar harika bi fikir ve tanıtımdan sonra doğal olarak yazar ağzıyla kuş tutsa burun kıvırır okuyucu. Bende ki de o hesap. Kaldı ki kitap kesinlikle akıcıydı, okunulabilir ve iyi bir çeviri ürünüydü. Benim canımı sıkan diyalog ve çift arasındaki etkileşim, nüktedan eksikliğiydi. Tabi tüm bunlar bi sonraki kitabı dört gözle beklediğim gerçeğini değiştirmiyor. Bi sonraki kitap Smythe-Smith müzikaline damdan düşmek zorunda kalan Anne ve Daniel hikayesi. Neden bilmem ama içimdeki ses bu kitap harika olacak diyor.  Koca koca okumalı günler.

Smythe-Smith Quartet Serisi
1. Just Like Heaven
2. A Night Like This
3. The Sum of All Kisses

Şarkımsa...



       Proje ödevlerimi tamamlamanın verdiği rahatlık, hasta olmanın verdiği yatakta çıkamama ile çok iyi değerlendirdiğim iki günlük tatilim oldu. Tatil boyunca yaptığım tek şey biriken dizileri bölüm bölüm bünyeme dahil etmem, bir ikide film izlemem. Bu ara projelerle uğraşmaktan  başka bişey yapmayan ben biricik bloğuma bile kafamı çevirip bakamadım. Bende izlediğim filmlerden biraz bahsedip klavyeyle olan özlemimi gidermek istedim.


        How I Live Now ilk bahsetmek istediğim film. Daisy isimli karakterimiz,” Amerikalıyım ben” diye bağıran tiplerden biridir. İngiltere`ye kuzenlerinin yanına postalanınca hayatı geri dönülemez bir şekilde değişir. Babasının sevgisizliği, annesinin yokluğuyla birlikte herkese karşı oluşturduğu bir korunma mekanizmasıyla gezen Daisy kuzeni Edmund`a abayı yakar. Duyduğu aşkla birlikte kafasındaki sesleri bastırmaya başlarken dışarda dünyanın onlar için yaptığı planlar gerçekleşmeye başlar. Bu herkes için kelimenin tam anlamını ifade eden SAVAŞ. İngiltere`de 3. Dünya savaşının içinde kalan Daisy ülkesine dönmek yerine evinde Edmund`un yanında kalma kararı alır.




        Film dram, savaş arasında gidip geliyor. Savaşın tarafları kim ya da nerde nasıl çatışmalar var film boyunca bilemiyorsun. Film Daisy`nin gözleriyle her savaşın arka planında olanları gösteriyor. Ayrılıklar, ölümler, şiddet, çocuk cinayetleri, tecavüzler…. Zaten film boyunca gördüğünüz yetişkin sayısı ana karakter olarak yok denebilir. Daha çok çocuk ve genç yetişkin kategorisine girenlerin gözünden savaşın pisliği aktarılmış. Zaten nükleer silahların, biyolojik silahların kullanıldığı bir savaşta ölüm en bariz olgu. 



         Filmi sevdim. Muhteşem savaş sahneleri beklemedim, ama filmin arka planında gözüken muhteşem doğa manzaralarını da beklemiyordum. Yada Daisy`nin susmayan, zor durumda tekrar devreye giren iradesinin sesini bu kadar iyi hissedebileceğimi, bi savaşta en çok zarar görenin çocuklar olduğunu bu kadar bariz gösteren bir film olacağını, sevdiklerin için pes etmemen gerektiğini bu kadar iyi vurgulayabileceğini de beklemiyordum.  Hayatta kalma mücadelesi veren birinin güçlü kalmasının ne kadar zor olduğunu bu kadar iyi anlatılmasını da beklemiyordum.  Ya da oyuncuların bu kadar başarılı olup, tüm bu duyguları tam anlamıyla yansıtabileceğini de beklemiyordum. Bu yüzden olsa gerek, sevdim….


         Gelelim Now You See Me. Film bi kere sevdiğim tarz. İçinde sürekli acaba ne olcak tahmini barındırıyor. Herkese şüpheyle yaklaşmamı sağlayan paranoyak beni harekete geçiren bir film. Şimdi böyle anlattım diye zeka oyunları tarzında bişey de beklemeyin. Olay esasen şu. Dört tane sihirbazı bir araya getiren bir X kişi var. Bu dört sihirbaz X kişinin onlara yol göstermesiyle Amerika`da sahnede gösteri yaparken Fransa`da banka soyuyorlar. Aslında sahnede sergiledikleri numarada tam olarak bu. Şimdi karşınızdaki sihirbaz size “Burdayız ama bakın Fransa`da banka soyacağız, hatta bunu şuan aranızda bulunan banka sahibi yapacak” dese, bi taraflarınızla gülersiniz. Ama adamlar tam olarak bunu yapıyor. FBI peşlerine düşüyor, ama ortada kanıt yok. Sihirbazların numaralarını ortaya çıkaran benim anti-Sihirbaz dediğim adamda bunların numaralarını FBI açıklıyor, hem de onların peşine düşüyor.


           Sihirbazların bu kez ne yapacaklar diye beklediğiniz, anti-sihirbazın numaranın iç yüzünün nasıl işlediğini anlattığı sahneyi dört gözle bekleyeceğiniz, FBI`yınsa her suç filminde olduğu gibi az çok kendini rezil etmesini bekleyeceksiniz. Filmin bu üç ayağının da önemli olması, asıl büyük parçayı amacı yakalayabilmek, daha doğrusu görebilmek filmin en önemli noktası. Çünkü her karakterin her hareketi altından bişey çıkıyor demedi demeyin. Ve izlerken zihninizi sürekli açık tutun derim.


         İki filmi de çok severek izledim. Dramdan çok hoşlanmasam bile How I Live Now filmine bayıldım. Now You See Me filmini uzun zaman önce arkadaşımdan almıştım ve sonunda izledim diye büyük sevinç duymakla birlikte, işte sevdiğim bi şeyler dedirttiği için daha bi mutlu oldum. Tek pişmanlığım bu iki filmi bi romantik komediyle taçlandırmamam. Herkese koca koca keyifli seyirler.



Bu kadar sessiz kalmamın sebebi yaşananlardan dolyı çok üzgün olmam ve öfkeyle herkese ateş püskürmek yerine sessizce beklemek istemem. Ne yazık ki  ülke olarak bi türlü insan canına değer veremedik. Her zaman daha fazla para, statü isteyenler yitip giden canlar için iki satır laf etti. Bizlerse canımız yanmadıkça, yılan bize dokunmadıkça duyarsızca yaşadık sorgulamadık. 
İlk defada gelmemişti halbuki başımıza. Daha öncede defalarca görmüştük. Ama bi türlü öğrenmeyi beceremedik. 

Ben babasız kalan çocuklar için üzülüyorum, eşşiz kalan kadınlar, evlatlarından olan anneler için, ben ömürlerini kilometrelerce yerin altında geçirip, verilen üç kuruş parayla çocuklarının karnını doyurmak için çırpınan, yitip giden hayatlar için üzülüyorum. O kadar masum insanın ölümünün arkasından yas tutuyorum. 

Çizmeleri mi çıkarayım mı?


         Elim klavyeye değmeyeli baya oldu sanırım. Yani ben oturup proje ödevlerini yapmayı klavyeye değmişlikten sayarsam yapışık geziyorum zaten. Ortalıkta vizelerim kötü geçti diye yakındığı mı bilen biliyor. Sanki bu dünyada sınavı tek kötü geçen benmişim gibi. Ama çalışınca elde ettiğin sonuç seni tatmin etmiyorsa benim gibi arkasından ağıt yakanlar vardır heralde. Hayatta her şey çizgisinden çıkmış ilerlerken bi o düzgün gitsin istedim onu da elime yüzüme bulaştırdım.


         İlk bi kavrayamadım. 3 yıllık üniversite deneyiminin sonunda aklım başıma geldi ders çalıştım ama o da ne. İlk defa böyle rezalet notlar görüyorum. Çalışmak bana yaramıyor arkadaş. Tam işte aradığım depresyon bahanesini buldum derken telefonum çaldı. İlk okuldan beri birbirimizden vaz geçemediğim arkadaşım “Hadi gel Edirne`ye gidelim dedi.” Düşündüm evde tıkalı kalıp depresyon mu, yoksa daha önce gezmeye fırsat bulamadığın Edirne mi? Kazananı açıklamama gerek yok sanırım. Babamı aradım ve iznimi koparıp ertesi gün için biletimi aldım. Edirne`de ki bi kaç arkadaşa biz geliyoruz deyip tüm gün gezdik durduk. 




         Pazartesi artık nasıl bi yorgunluksa uzun zamandır ilk defa altı saat uyuyup 8 de kalkmam gerekirken on bir buçukta tamda sunum yapmam gereken dersin başlangıç saatinde arkadaşımın “Nerdesin sen?” aramasıyla evden nasıl çıktım hatırlamıyorum. Sonunda isyan bayrağını çektim. Arkadaşlarımla sürekli İzmir`e gidelim planı yapıp dururken e hadi gideli mi eyleme koyup kendimizi Salı günü dersten sonra bavul toplarken bulduk. 


         Kız kardeşimi de ayarttım o da bize katılınca keyiften dört köşe oldum denebilir. Bir hafta kaldık ama deli eğlendik diyebilirim. Tek kötü yanı ilk iki günün yağmurlu olması. Ha bide peşime takılan köpekler. Neden henüz çözemedim ama bi onbeş gün önce okulun orda bi köpek anfiye kadar beni takip etti. Okul köpekten geçilmez ve benim yaklaşıp sevdiğim tek hayvan köpek diyebilirim. Sonra ne zaman bi köpek etrafta olsa peşime takılır oldu. Kaldı ki İzmir`de günde ortalama üç köpekle ortalıkta gezinip durdum. Hayır parfümde değiştirmedim ki!


         Köpek olayını hala çözebilmiş değilim ama yaptığım bi şeyi itiraf edemeden geçemeyeceğim. Biz kalabalık sayılabilecek bi gurupla gittik on altı on yedi kişi vardık sanırım. Tabi bunların hepsi sınıftan arkadaşım değilim. Artık birbirimizi nasıl gazladıysak, sevililerde bi baktık olaya dahil olmuş. Bu kadar kalabalık olunca e hayliyle daha önce İzmir`e gelmemişler veya her yeri gezmemişler olabiliyor. Bizde gündüzleri tarihi yerler, görülmesi gereken yerleri gezip geceleri vur patlasın çal oynasın moduna girdik. 


         Bende sonunda Meryem Ana Kilisesine gitme fırsatı buldum. Zaten mevzuda  Kiliseyi görmem değil orda karıştırdığım haltlar. Şimdi dilek dilemek için kilise içinde kardeşim ve bana mum aldım, ama yakın arkadaşım almadan çıktı gerek yok diye tutturdu. Zaten sorun burda da değil. Ben güzelce dileğimi diledim, sönmesin diye de arka köşeye mumu diktim ama benim mum sahibi gibi sakar çıkıp devrildi. Şimdi benim takıntılarım o mumu devrik halde bırakmama müsaade etmez. Ama ben ateşten fena korkar çakmağı bile on kez düşünmeden çakmam. Sonra benim kafamda bir anda bi mum yandı. Sorunda zaten yanan bu mumda. Ben benim mumu tekrar ayağa dike bilmek için etrafa bi göz attıktan sonra, mumumun önünde duran tüm mumları tek seferde üfleyip söndürdüm. Buda yetmezmiş gibi sönen mumlardan en uzununu alıp arkadaşıma uzatıp, hemen yakıp dilek diliyorsun, yoksa…” diye de zorladım. Anlayacağınız dileklerinizin katiliyim. Tüm umutlarınızı bi nefeste söndürdüm. Pişmanım… Umarım mumunu söndürdüklerim beni affetmeyi başarabilirler.


       Mum itirafını da yaptıktan sonra toplu taşımada nasıl azarlandığımızı anlatmadan edemem. Şimdi kalabalık gittik ama o kadar kalabalık gezmedik. Bu sayının yarısı falan denebilir. Şimdi bazı yerler için tren kullanmak şart olunca biz tüm gençlerin sıkılmama planını uygulamaya koyup yanımıza iskanbil kağıtlarını aldık. Trenle dönerken masa başına toplanıp oynamaya başladık. Tabi ilk fısıltı halinde başlayan olay gittikçe gürültülü olmaya başlayınca tüm vagon yavaş yavaş boşaldı. Geriye kalan tek tükten bir adamada ayağa kalktı ”gençler bi rahat vermediniz haa” deyip hızlıca çıkış kapısına yöneldi. Ordan gangster gibi mi duruyorduk hep merak edicem sanırım.Vapurda yine çıkardık bu kez vapur çalışanı gelip “bura kumarhane değil kaldırın çabuk” diye azarladı. Trendeki görevli parasına oynamıyorsanız boşuna oynamayın demişti. Keşke parasına oynasaydık o zaman ortalığı toplamak bana kalmazdı.


        Ne kadar boş ve gereksiz konuştum yine dimi. Ama yazmayı özlemişim sanırım ondan. Başıma bir sürü salak saçma traji komik olay geldi ama burda anlatıp herkesi kendime güldürme niyetinde değilim sanırım. Ben İzmir`i severim. Gezmeye doyamam. İlk defa arkadaşlarımla gittim. Bolca gezdik. Geçen yıl maya takvimi yüzünden dalgasını geçtiğimiz Şirince`de enfes şaraplar tattık, sahilde yürüdük, güneşin doğuşu için oturup dona dona bekledik, erken kalkıp deyip öğleye kadar yattık, kilometrelerce yürüdük, deli gibi dans ettik, tavus kuşu kovaladım, en çok da eğlendik =) şimdilerde bir haftalık tatilin ceremesini çekip proje ödevlerimizi yetiştirmeye uğraşıyoruz. Bakalım sonumuz ne olacak.


Sıkıldım hemde fena halde. Finaller beni cok yipratincada çareyi kacmakta buldum. Gecen hafta sonu arkadaşım aradi hadi edirne'ue gidelim dedi
 Tamam dedik ertesi gün yola koyulduk. Sonra sali günü kendimi arkadaslarimla izmir yolunda buldum. Ihtiyacim olan meger sehirden okuldan uzaklasmakmis. Basimiza bolca sey geldi ama deli gibi egleniyoruz. Nerde kalabalik orda sıkıntı derler ama biz basimizi bolca belaya sokup  egleniyoruz. Sizlere bolca guzel günler.