Lak lak etmeyi seviyorum, hele ki çenem ortamını bulup düşünce o saatten sonra susturabilene aşk olsun. Neden bilmem ama bazen hatta çoğu zaman yeni tanıştığım biri, eğer konuşmama fırsat verirse –ki bu büyük bi hata olur- susmak bilmiyorum. Sağda solda, ayakta edilen muhabbetlerde bi bakmışım kırk yıllık kanka muhabbeti yapıyorum ki, sağdan soldan gören bi geçmiş var zanneder. Nasıl sempatik, nasıl konuşkan, nasıl hayat dolu, nasıl sevimliyim ve yılışığım görseniz şaşarsınız. Tabi bu bi amca teyze falansa -kesin tipimde var bi meymenet çünkü hepsi öğüt yağdırıyo- sus artık bakışları altında karşımdakine nazikçe gülümsemeye çalışıyorum, şayet şöyle yap böyle yap nasihatleri en gıcık olduğum şeydir. Konudan iyice saptım ama bu teyze falan mevzusu amma sıkmış beni, ondan olsa gerek. Neyse işte ben gittim kitapçıya orda bi kızla tanıştım, şimdi adı ne tipi nasıl hatırlamam ama aynı kitaplara el uzanınca tabi başladı kitap muhabbetleri. Sonra bu muhabbet kızın hiç uyumaması, benim bu hastalığı kıskanmama-yalnız neyin kafasındaymışım hastalık kıskanır olmuşum ama yine de hoş gibi mi ne- kadar vardı. İşte bu kızla bunu okudun mu şunu nasıl buldun diye çene çalarken kız Kristin Hannah`ın kitaplarını tavsiye etti. Bi iki tanesinin konusunu söyledi güzel mutlaka oku dedi. Bende aşk aşk bi yere kadar dedim iki dostun hikayesi olan Ateşböceği Yolu`ndan yana kullandım paramı.



    Kitap Tully ve Kate adılı iki genç kız arasında geçiyo. Kitapla zamanla onların büyüyüşlerini, olgunlaşmalarını az çok yaşlanmalarını okuyoruz. Kitapta biraz Tully ve duygularından biraz Kate ve duygularından bahsediyo. İlk hikaye Tully`nin küçüklüğünden alınan bi kesitle. Tully bağımlı bi annenin sürekli terk edilen kızı. En çok istediği şey annesinden biraz olsun sevgi görebilmek. Babasıyla hiç tanışmamış, annesi onu iki yaşından büyükannesine bırakıp terk edip gidiyo. Günün birinde tekrar ortaya çıkıyo ama son yine aynı hazin durum. 



    Kate`in hikayesiyse aslında bu kadar hüzünlü değil. Sevgi dolu bi aileye sahip, ancak hiç mi hiç arkadaşı yok ve bunun acısını çekiyo. Anne kız arasında geçen tartışmalar, ergenlikten kaynaklanan iletişim bozukluğu problemleri çekiyo. Tully`nin annesi tekrar ortaya çıkıp büyük annesinin kullanmadığı bi eve taşınmalarıyla hikayede Kate ve Tully`nin hikayesi başlıyo. 70`lerden başlayan hikaye 80`lerde 90`larda ve bizim 2000`li yıllarda geçiyo. İkisinde gerçek arkadaşlığa duydukları açlık Tully`nin başına gelen gerçekten feci bi durum sonrası filizlenip ömür boyu sürecek bi dostluğun başlangıcı oluyo. 



    Kate daha çekingen ve ürkekken, Tully tam anlamıyla daha cüretkâr ve dışa dönük. Tully`nin yalnızlığı koca kalabalığın içinde ki yalnızlıkken, Kate`inkisi elle tutulan bi yalnızlıktı. Tully`nin ne yazık ki itin birinin saldırısıyla tecavüze uğraması ikisinin de içlerinde eksik parçalarını birbirinde bulmalarına sebep oluyo. Böyle güzel bi dostluğun böyle acı bi şey yüzünden başlaması ne kadar acı da olsa da böyle başlıyo. Birinin hayali ikisinin birden hayali oluveriyo, birinin acısı ikisinin acısı oluyo. 



    Kitapta bi arkadaşlığın iç yüzünü de görebiliyoruz. Kimse boşuna yok yaa, ben onu kıskanmam, yok yaa yalnız kalmaktan korktuğumdan onu kaybetmek istemediğimden sesimi çıkartmamazlık yapmadım, tamamen kendim olup her şeyimi ortaya koydum gizli taraflarım kalmadı demeyin, ister istemez kalıyo. Bazen içinizden yapmak istemesiniz de dostunuz için, sevdiğiniz için yapıyosunuz. Bazen kıskanıyosunuz ama kaybetme korkusuyla sessiz kalıyosunuz. Bazen sizden daha önemli oluyo onun duyguları. Bazen sadece küs kalamadığınız için gururunuzu unutup ondan vaz geçip gidiyosunuz dostunuza.  Kitap bunlara dair her şeyi anlatıyo, gösteriyo, okutuyo. Birbirlerine nasıl aile olduklarını, nasıl fedakarlıkta bulunduklarını, nasıl büyüdüklerini… Onlar aşık oluyo, evleniyo, aşkı yada kariyeri seçiyo, yalnız kalıyo, tartışıp küsüyolar, kendilerince yaptıklarına bahaneler buluyo, kendilerine yeni hayatlar çiziyo, söyleyemedikleri aşkları oluyo, paylaşamadıkları yıkılamayan bazen yıpranan bazen sağlamlaşan ama hiç yıkılmayan dostluklarını okurken onla adına bahane buluyo, birinin iç sesini dinlerken ona, diğerini dinlerken ona ha veriyosunuz, onun penceresinden bakıyosunuz hayat sokaklarına.



    Ben şanslıyım ki –nasıl bi iyilik yaptım bilmiyorum ama- bi çok dostum var. Dost herkesin abarttığı gibi sadece kötü günde değil, iyi günde de lazım. Gülecek insanlar olmayınca eğlence eğlence olmuyo. İnsanlar yaşlandıklarında hatırlamak istedikleri acı dolu hatıralar değil de, dostlarıyla güçlenen hatıraları, neşeli zamanları. Şimdi demeyin amma zevk sefa düşkünüsün, ne biçim dostlar bi iyi günde yanında, ondan bu iyi gün dostu havan. Yok yok öyle değiller. Kötü günümde de omuz uzatıp, kahkaha atmamı sağlayan, ben başlarını gereksiz şeyler sikerken sessiz sessiz katlanan, ben ona buna sinirle saydırırken onaylasa da onaylamasa da öfkem dinene kadar kafa sallayan, beni benden etrafımdaki kötülüklerden koruyan tipler. O yüzden olsa gerek her seferinde yaptığım ama farkına varamadıım şu büyük iyiliği düşünüp dururum. Sokrat üçten fazla dostum var diyenin dostu yoktur aslında diyo ya, koskoca felsefeciyi yalancı çıkartıyorum ya işte adamı da sevdiğimden azıcık üzgünüm. 



    Kitapta güleceksiniz, hüzünleneceksiniz, meraklanıcaksınız.. Sonunda o günlük,  o acı, o tebessüm..  Kitap kalın ama sürüklüyor. Arkada sizde onlarla 70`lerin 80`lerin müziklerini dinliyo bilmiyosanız keşfe çıkıyosunuz. Bildiklerinizse her seferinde aklınızın bi köşesinde çalıp duruyo.
"You are the dancing queen young and sweet, only seventeen"
Diye Abba'nın en popüler şarkısı Dancing Queen şarkısıyla başlayıp okurken bi müzik arşivide sunuyo bize. Abba, David Cassidy, Prince, Jackson 5, Calamity Kiddle, Care Of Business, The Isley Brothers, Pat Benater, Madonna, Rolling Stones ilk aklıma gelenler. Ben tabi kısa hafıza ilk bu şarkıları, grupları okuyunca ben bunları tanımam dedim, sonra daha ilk baktığım grubun dört şarkısını bildiğimi fark ettim. Zaten şarkıları illaki duymuşsunuzdur da fark etmemişsinizdir. Şarkılar harika kitap bi harika e artık okumayıp da ne yapalım.




Yeni yılın ilk günü dedim tembellik yapmiim, oturim finallerimde yaklaşıyoken bütlerime büt eklemim, ders çalışım dedim ama yok olmadı. Yine bi ben klasiğiyle karşı karşıya kaldım. Şunu yapıcam, bunu yapıcam derken güne dair anneme göre yaptığım tek verimli şey ezberlediğim on yeni İngilizce kelime. Eğer yeni yılın ilk günü nasıl geçerse her günü öyle geçer işi doğruysa, yandık çünkü bende bi değişiklik yok eski tembellik eski üşengeçlik. Kelimeler dışında, eğitim hayatıma katkı sağlicak hiç bişey yapmamakla ruhsal zevk mevzusunda bi film izleyip ordan kazanca geçtim. İzlediğim film ise başlıktan kopya çekilebilceği üzere Ghajini.


Filmin başrol oyuncusu Aamir Khan. Adamdan bahsetmeden geçmek olmaz çünkü bence efsane yazmış yine. Onunla ilk tanışmam hemen hemen her gencin tanışma hikayesi gibi 3 Idiots`la oldu. Filme ayrı adama ayrı bayılmıştım. İzlediğim ilk Hint filmiydi. Öyle bişey beklemiyodum falan filan ama bu başka bi yazının konusu. Aamir bu filmle kendine bi hayran daha kattı benden demesi. İzlediğim üçüncü filmiydi ve dibim düştü resmen. Mimikler, hareketler, tavır, hele o gülüş beni benden aldı. Oyunculuğuna dicek kelime bulamıyorum, resmen iç sesini oyunculuğuyla seslendirmiş.


Filme gelicek olursak Aamir`in hayat verdiği karakter Sanjay Singhania Hindistanın en büyük iş adamlarından biridir. İş gezisinden dönüşünde nişanlısının evde öldürülmesi seyrettirilir ve kafasına aldığı ağır darbeyle kısa süreli hafıza kaybına uğrar. Kısa dediysek harbiden kısa. Adamın on beş dakikada bir hafızası tamamen silinmektedir. Sanjay`da filme simini veren Ghajini isimli kötü karakterimizin nişanlısını öldüren pisliğin peşine düşer. Hafıza kaybının neden olduğu unutma problemini de vücudunun her yerine yaptırdığı dövmelerle evin her köşesine bıraktığı notlarla dur demeye çalışıp, intikam ateşini sıcak tutmaya çalışıyo. Filmi Google yazıp aratırsanız karşınıza çıkacak kabataslak film konusu bu. Bense biraz daha fazlasından deli gibi aşık olduğu nişanlısından da bahsetmek istiyorum.


Sanjay`ın aşık olduğu kızın adı Kalpana. Filmi tamamen vurdulu kırdılı beklerken, aşk hikayelerini bi polis sayesinde izliyoruz. Kalpana`yla, onun zararsız olacağını düşündüğü yalanlar sayesinde karşılaşıyo Sanjay. Kızın karakteri bana Kore dizilerindeki kadın karakterleri anımsattı. Azıcık şaşkın, sakar, azıcık hayal alemi, canlı, neşeli, kıpır kıpır, iyi yürekli, yardım sever. Adamın dünyasına ait olmayan yeni bi yaşam formu gibi-mücevher çiçekmiçek desem çok klasik olacaktı, yaşam formu dedim diye öküz demeyin o yüzden- adamın hayatına daldı. Kızla yaşadıkları neden bu kadar aşık, niye intikam almak istiyo anlıyosunuz. Kızı ve aşklarını anlatan günlüklerin ilkini polis, ikincisini Sanjay`ın başına bela açıp sonra yardım etmeye çalışan benim gıcık olduğum tıp öğrencisi ortaya serecek.



Film kesinlikle sürükleyici. Alıp sizi farklı bi dünyaya sürükleyip üç saat izletip, sonrada etkisinden çıkmanıza izin vermeyip, en az 5 saatlik etki altında sizi tutuyo. Üç saat çok izleyemem demeyin izleyin çünkü zaten bu aksiyon gerilim vs. filmin içine bide aşka filmi, romantik komedi, klasik Hint klipleri koymuşlar. Resmen iki filmi birden izliyosunuz. Filmin içine başka bi film koymuşlar. Başladığından son dakikaya kadar bi aksiyon filmi izleyeceğimi zannederken arada bi romantik komedi izledim. Ayırdığınız vakti bence sonuna kadar hak ediyo.




Filmi Momento simli bi filmin çakması olarak nitelendirmişler. O filmi izlemedim ama bi Hollywood filmiymiş. Ki bu filmde 2005`te başka bi kadroyla yanlış hatırlamıyosam başka bi ülke tarafından çekilmiş. İkisini de izlemedim ama ben bu filmi çok beğendim. Çakmamakma izletti, sıkmadı, önermeme de neden olduysa hakkını vermişler demektir. Yalnız Hint filmlerindeki o klasik klipler bu filmde nedense çok gözüme battı. Galiba adama giydirdikleri o zevksiz kıyafetlerle göz zevkimin içine edip, film boyunca adamın gerek takımla olan karizmatikliğini, gerekse intikam peşinde koşan serseri imajına koca bi yarık açtığı için..



Film güldürttü, hüzünlendirdi -ki duygusal tipleri garanti ağlatırdı-, keyifli vakit geçirtti. Filim bu adam tabi yaşıcak demeyip, kafaya yediği o koca demir parçasından ve içine giren demire rağmen yaşadı ya yaşam gücüne helal beee. Aamir`le tanışın tanışmadıysanız, filmi izleyin izlemediyseniz bence.
    Düşündüm taşındım her yıl yaptığım 2013 listelerinden bu yılda yapim dedim. Her yılki listem hemen hemen fiks menüdür.
1.100 tane kitap oku en az
2. Felsefe kitabı oku(Bir tanede takılır genelde.)
3.İngilizceni geliştir (İşin kötüsü her yıl biraz daha durum kötüleşir.)
4. İspanyolca öğren (Orkideli manyak yüzünden bıraktım.)
5. Keman çalmayı öğren(Kimse saatlerce çalışmam gerektiğinden bahsetmemişti.)
6. Piyano çalmayı öğren (Kayıt bile yaptıramadım.)…



    Gibi bol geliştirici ama ucundan kıyısından olan şeyler. Bu yılda taaa 2 hafta önceden böyle bi liste yaptım bile. Ama bir gece yarısı pişirmeye bıraktığım kek yanmasın diye kekin başucunda ona kitap okurken aklıma bir fikir geldi. Fikri paylaşacak olursam kendimi hayatta yapmam deyipte içten içe deli gibi yapmak istediklerim olarak özetleyebilirim. Nasıl mı?



1.   Bir çocuğu beğenip aklımdan numaramı vermeyi geçirdiğim an, harekete döküp  kağıt kalemle işi halletmek. 2013`te yapar mıyım bilmem ama ; ölmeden yapmalıyım yoksa gözüm açık gider. Şimdiye kadar çok düşündüm ama ‘sapık’ damgası ağır gelmiş olabilir. Sapık, otobüste yapmayı düşündüğümden olabilir.



        2.   Okulda yavşak yavşak davranan bi tip var. Nasıl sinir oluyorum bilemezsiniz. Onun suratına bi yumruk geçirmem bu yılki planlarım arasında. Hayır yani şiddet yanlısı biri değilim, melek gibi insanım –bu söylediğime ben bile inanmadım, çabuk sinirlenen ateşli taraftarlar gibi olduğumdan galiba- ama beni bile çileden çıkardı. Onun yumruğu demedi demeyin hızlı kargoyla suratına indi inecek.



    3.  Dekana gidip “Okulu bırakıyorum. Ben yeni şeyler denicem. Alın mutlak değerlendirmenizi başınıza çalın. Ben paşa paşa çanlı bi bölümde okumaya gidiyorum. Ödev, ödev, ödev!! Hocalarınız canıma okudu. Mukayyet olun şunlara da öğrenciler rahat yüzü görsünler. ” dicem. Tabi bunları dedikten sonra, ben kalmak istesem de kıçıma bastıkları tekmeyle ancak fakültenin kapısında dilenirim.



    4.    Bir restorana gidip bu olmamış, şu iyi pişmemiş, bu böyle servis edilmez… diye bin tane huysuzluk yapıp üzerine tıka basa yedikten sonra “Param yok, bulaşıkları nerde yıkıyoruz ?”  demek istiyorum. Ama bu maddede bazı sıkıntılarda yok değil hani. Bi kere kendi bardağını yıkamaktan aciz ben için fazla iddialı. İkincisi yanlış yemek getiren garsona bile “Bunu istememiştim ” diyemeyen ben hayatta o kadar huysuz olamaz ki, hem niye millete eziyet edim. Cık olmadı bu.



     5.  Saçı benden uzun kızlara ciddi anlamda sinir olurum. Öyle böyle değil hem de. O yüzden sürekli çamur atıp, kestirmeleri konusunda mevcut bir baskı uygularım. Ama ben ne kadar zorlarsam, onlar çalı süpürgesi saçlarını kestirmemek de o kadar diretirler, üzerine bide saçlarında bi bok var mı gibi havaya girerler. İşte ben tam o devrede araya girip onlara fark ettirmeden saçlarına güzelce çiğnediğim sakızı yapıştırcam. Bunu yapmamda yakındır şayet bi arkadaşım denemiş ve bende koca bir ampul yanmasının sebebi.


  6. Galatasaray-Fenerbahçe maçına gidip bi Fenerli olarak  Galatasaraylılar arasında fener tezahürattı yapmak. Bunu yaparsam anlayın ki intihar etmeyi  kafama koymuş ve hazır intihar ediyoken marjinal bir şekilde ölim demişimdir. Bunu yaparsam arkamdan çikolata kavurmayı unutmayın.



  7. Son olarak Öküzcan`a “Annenlere haber ver akşama seni istemeye geliyoruz” dicem. Hayır çocuk ilk hangisine dumur olacağını şaşırır. Bi kızın onu istemeye gelmesine mi,  yoksa sevgilisi olan ona alelade asılmama mı? Hangisine daha çok şaşırır bilmem ama ona “Bak senden hoşlandım; ama sen sana verdiğim Öküzcan isminin öküz kısmını sonuna kadar hak edip bi bok anlamadın. Bense peşinde dolanırken yırttığım kot pantolonuyla kıçı açıkta kaldım resmen. Ha sen öküzdün ilişki yürümezdi; ama en azında ben hevesimi almış olurdum da elde edemediğim, babama çok isteyip de aldıramadığım öküz olmazdın.” dicem. Bunları söylersen çocukta iyi bir izlenim uyandırmayacağım gibi, hayatı boyunca unutamayacağı(alzheimer  olursa bilmem) bi iz bırakacığım kesin.



     Bu söylediklerimin kaçta kaçını yaparım bilmem ama ciddi olmak gerekirse yarısını yapsam sonsuza dek kendime hayran kalırım; hatta taksim meydanında üşenmem kendimi alkışlarım. Hayır deliyim ama bu kadar  deli ve cüretkâr mıyım bilemiyorum. Ama en azından iç maddeyi test etmeyi şimdiden kafaya koydum. Durmayın sizde kendinize bi liste yapın da kendinizi sınırladığınız çemberin içinde neler sakladığınızı görün. Yalnız listeye ölümcül ve Bakırköy`e kapatılacak şeyler koymayın derim. Benimki pek sağlıklı değil sankim.



    Haa bide 2013 için iyi dilekler falan söylenir adettendir. Kim ne ister bilemem neyi eksik o yüzden bi kaç temel dilek diliyorum ne eksikse seçip alın. Koca mutluluklar, bool çikolata, kucak dolusu sevgi, doktora düşürmicek kadar sağlık, paraya tapınmicak kadar para, sakarlıktan ölmemenize yaricak kadar şans veya rezil olmicak kadar şans-bu sakarlıkla nasıl yaşıyorum bilmem ama ya sakarlığım yada rezilliklerim bi gün beni öldürcek, yırtılan pantolon diye bi gerçeğim var benim-, güneşin altında sere serpe yatmaya en kötü ihtimal ayaklarınızı uzatıp kafa dinleyebilecek kadar tatil, azıcık paranızla bol alışveriş yapabileceğiniz indirimler, en azından okulu bitirecek kadar başarı, başınızı taşlara vurmamanız için akıl, kafa dinleyip oh be diyebilmeniz için huzur, insanları doğayı düşüne bilecek kadar vicdan, yapılan yanlışlara dur dicek ses olabilen cesur yürekler versin….