Vize olsun final olsun fark etmez, ne zaman ders çalışmam gerekse elime bolca kitap alıyorum, resmen ders çalışmaktan kaçıyorum. Bu vize dönemimde pek farklı olmadı desem aslında çok da yalan olmaz. Bu kez çok okumanın yanında derste çalışıp kendimi bile şaşırttım. Ama bi sonraki sefere kitaplardan uzak durmayı denicem; çünkü hem ders hm kitap olunca  günde 3 uykuyla ben idare edemiyorum. Bugün vizelerimin bitmesi şerefine ders çalışmayı erteleyip, onu bitirdikten sonra derse başladığım kitabı yazıcam ve değişiklik yapıp anında yayınlicam. Sınavlarım varken okumaya devam ettiğim gibi bitirdikçe yazıyorum ki normalde bi yere not alır, zamanım oldukça yazar aradan çıkarırım. Ders çalıma komutu bende nasıl bi psikoloji yaratıyo, nasıl kaçmaya çalışıyorum siz anlayın artık.



     Öyle ne okusam ne okusam diye bakınırken kitap hakkında beğendiğini belirten, yazarın her kitabını direk okuduğunu söyleyen bi yoruma rastladım. Meraklı bi tip olunca da yazarı denemeden duramadım. Şayet ben o kitabı o kapakla hayatta almazdım. Çünkü hiç mi hiç beğenmedim. Sanki eski bi kitapmış gibi çok duruyo. Hayır öyle durmasa bile ben bu tarz kapakları nedendir bilinmez sevmiyorum. Adamda zaten kas yığını, çirkin bişey. Gerçi bundan bana neyse.





     Kitabın konusunu çıtlatırsak, kadın karakterimiz Leydi Emily`nin babası Hugh ve Ravenswood Kontu Draven de Montague birbirlerine düşmanlar. Kitap bu iki adamın Kral Henry`in huzurundaki tartışmalarıyla başlıyo. Biri diğerinin toprağına girmiş diğeri onun toprağına girmiş falan ama gezmeye değil tabi. Ortaya çıkan vahşet ve halkın zarar görmesi üzerine,  diş bilemişler birbirlerine ama Kralda durumdan memnun değil. Draven sevdiği, en güvendiği adam diğerini ise sevmemekle birlikte, adamın babasına söz vermiş heriften kurtulamıyo. Bunlar barışsın diyede ikisininde en değer verdiği  şeyi ortaya koyuyo. Adamın kızı Emily`i bir yıl boyunca Draven korumasına bırakıcak. Tabi Draven`ın burada en değer verdiği kız değil, onu korumaya dair verdiği sözü ve şerefi. Valla ne yalan söylim burada kayıpta olan bi baba oldu. Hem kızı gitti hem de sonradan diğer kızı yüzünden damat acısı çekti. Bu arada adamda karısını ve iki kızı doğururken kaybetti de geri kalan üç kızını evlendirmemeye yemin etmiş herkesten koruyo. Kızlardan biri rahibe olup gidyo, diğeride evlenim diye hop bi adamın yatağında yakalanıyo. Gel gelelim Emily oda evlenmek, çoluk çocuk istiyo ama kafasına yatan bi adam yok.



    Draven kızı yanına alınca kızın aklındaki tilkiler başlıyo dönüp durmaya. Adamı deli gibi arzuluyo, çekici buluyo falan ama adam bide bahsedildiği gibi kötü bi insan çıkmayınca evleniceği adamın o olduğunu anlıyo ve adamla evlenmeyi kafaya koyuyo. Eh geriyede bi adamı yola getirmek düşüyo. Bu kızında bi nedimesi var herkese lazım. Taktikler mi dersin, cinsel eğitim mi dersin her şey var. Adam ben evlenme,  kalbim yok, şerefim sözüm dedikçe kız kovaladı. Hep erkeklerin kovaladı kitaplardan sonra farklı geldi erkeklere de üzüldüm ne yalan söylim. Hep kadın ağzından kovalanmayı okurken iyiydi,  kız kovalayıp biz okuyunca dedim ne çekiyolarmış be. Tabi kitap sadece kızın değil, erkek karakterinde ağzından yazılmış durumda. Adam resmen kudurdu ama yok kızı kendinden korumak için uğraştı durdu. Adamında çünkü geçmişi pek temiz değil, e bide kelle koltukta olunca ne yapsın kaçtı durdu kızdan. Ama sonunda kızda adamı azimle yola getirip kendine açılmasını sağladı. 



     Bunlar mutlu mesut yaşar gider bi yıl derken işler karıştı, baba kızı almaya geldi kızda adamı bırakıp pıtış pıtış gitti. O kadar uğraştıktan sonra gidilir mi diyosanız kız sorun çözmeye gitti ama erkek milleti dinlemedi etmedi sonra uzun süren ayrılık, depresyon.. Sonu mutlu sonla bitti ve yazarı gerçekten sevdim.  Kurgusu, olayları farklı ve yaratıcıydı. Dili akıcı, içine çeken ve hikayeden koparmayanlardan alıp götürenlerdendi. Diyaloglar  hem sıcak hem de espiriliydi. Diyologlar da zekice gülümsetiyo ve okuyanı eğlendiriyo ki bunu da her yazar bu kadar zarif bi şekilde yapıyo denemez. Karakterler gerçkten çok güzeli. Kız hayat dolu, inatçı, resmen savaşçıydı. Hiçde babasının dediği gibi çıt kırıldım, sessiz sakin bi tip değildi. Adam ise güçlü, yakışıklı, sözünün eri -istisnalar kaideyi bozmaz derler- bi adamdı ki erkek karakteri sevdim. Karakterin kardeşi Simon`u da çok sevdim açıkçası. Abisi için kendince uğraşması, ona yaklaşmaya çalışması, muzurlukları ve kıza destek vermesi çok güzeldi. Abi kardeş atışması vardı ki kitaplardaki ki tatlı kardeş atışmalarına bayılırım. Açıkçası yazar aşkı macerayı güzelce karıştırıp enfes bi çorba yapmış.   Yazarı ilk defa okudum ama yoruma hak verdim.  Kapağını benim gibi sevmeyenler kapağa fazla bakmadan hızlıca okusunlar derim.



     Özellikle kızlar kitap size kılavuz olabilir. Kızda ki inatçılığın onda biriyle David Backham bile yoldan çıkar. Kızı babası o kadar erkekten, dünyadan uzak tutmuş falan ama yok yani kız o nedimeyle Hürrem vakası. Allem etti kalem etti kocayı kaptı. Adama üzüldüm. Boynunun gidiceğini bile bile kıza razı oldu, üzerine bide kız onu bıraktı gitti sanmasına rağmen anadan doğma gezdi. Niye mi kıza sevgisini göstermek için. Anlicağınız aile mücevherleri oldukça ortalıktaydı. Arada kaç yüzyıl olduğu fark etmiyo. Kadın yine kadın erkek yine erkek.  Bol şans ve keyifli okumalar.




     Çok okuyorum doğrudur. Bi zamanlar çok da izliyodum ama şimdi pek vakit bulabildiğim söylenemez. Vize haftama geldik ki iki haftalık süreçte ilk hafta sınav bi tane,  geri kalanı eziyet olsun diye bi haftaya toplamışlar. Zaten ders çalışma problemlerim var bide böyle yapmaları insanı delirtiyo. Bende sınav diyip işten izin alınca ilk hafta için planlarım ders çalışmakken, şimdiden bi günü oyalanmakla kitap okumak ve film seyretmekle geçirdim. Hafif bi vicdan sızlaması mevcut ama filmi izledim çok da hoşuma gitti, hazır hafızam tazeyken filmde vizyondayken yazim dedim. Umarım yayınlamayı da unutmam, çünkü yazıp yayınlamadığım bi dünya şey var.

     Öyle bişey izlim diye çıktım fragmanı görünce dayanamayıp, merak edip izledim ve beğendim. Filmin kahramanı vampir, kurt adam basmış sinema ve tv yapımlarından farklı olarak zombi. “R” isimli erkek bi zombinin,  Palmer adlı bi kızı yemeyip, diğerlerinden kurtarması ile zombilerde bi tetikleyici olmasını anlatıyo esasında. Dünya bi virüs salgını kurbanı olmuş-yine- ve zavallı insanlar ya zombi ya kemik oluyo bu virüsü kapınca. Kemik olmak için tüm ruhu, umudu kaybetmek gerekiyo.



  

     Film R`ın konuşmalarıyla başlıyo. Kendini, içinde bulunduğu durumu anlatıyo. Karınları acıkıp, insan eti avına çıkınca arkadaşlarıyla, orda esas kızımız Palmer`la karşılaşır. Palmer`ın erkek arkadaşını bir güzel mideye indirdikten sonra kıza hissettiği çekim yüzünden kızı diğerlerinin elinde kurtarır ve yaşadığı yere getirir. Kız bizim R`dan başta oldukça korkar ki nasıl korkmasın önüne geleni yiyolardı. Ama R kıza aşık olmuştur ve onu korkutamaya, insan gibi doğal davranmaya, diğer zombilerden farklı olarak bi kaç kelimeyle derdini anlatmaya çalışmaktadır. O kız gitmesin diye uğraşmaları, iç sesi, hareketleri o kadar şekerdi ki içim ısındı. Kız gitmesin diye bi kaç gün kalmalısın diye kandırıp birlikte güzel vakit geçirdiklerini görmek harikaydı. Kızla birlikte bizde R`ın insan olma çabasını seyrettik. 


    Her şey iyi güzel hoş ama Palmer`ın sevgilisinin beynini parça parça yiyip onun anılarıyla acı çekmesi üzücüydü. Kıza sevgilisinin işini bitirdiğini söyledikten sonra kızın topuklamasından başka bişeyde beklenemezdi zaten. Ben baya filmi anlattım ama elimde değil. İzlerken bir sürü felsefe yaptım içten içe ama bahsetmeden geçemicem. Onları açıkça düzelten sevgi, umuttan başka bişey değildi. Bizden çokta farklı gelmedi. Tamam ölü falan değiliz ama tam bi zombi hayatı yaşıyoruz. Mekanik, duygulara oldukça az yer verilen falan filan. İstediğimiz ihtiyacımız olan bira inanç, umut ve sevgiden başka bişey değil bence. Konuşmayı fazla bulurken bunları gösterebilmek ne kadar mümkünse artık.



    Felsefe yapmayıda bi kenara bırakırsak filmi sevdim içimi ısısttı. Komik yerleri vardı, az çok aksiyonu. Hikaye oldukça naif işlenmiş. Aşk boyutuna bakarsan yine “Aşk Sınır Tanımaz” sloganı vardı. Şimdiki hallere göndermede iyiydi. Gerek Kim Kardashian`lı dergi olsun gerek espirileri. Zaten zombiye bayıldım. Hayır ilerde zombi olacaksa sadece yakışıklı tipler olmalı. O kadar zombili hortlaklı filmler gördüm ama bu kadar şeker ve yakışıklı zombi görmedim. E kıza da haklı olarak sevgilimi yemiş falan demeden aşık oldu. Kızda ki de cesaret hani. Gerçekte olsa çoktan topuklamış kendimi mutfağa –kendinizi bi yere kilitlemeye kalkarsanız aklınızda bulunsun en iyi yer mutfak, e malum insan hali acıkıyosun- kilitlemiştim ben.



     Oyunculukları kesinlikle sevdim. R karakterini oynamak zor olsa gerek. Tamam az, yavaş hareket falan da o mimikler, aşırıya kaçmadan oynama meselesi zor olsa gerek ki Nicholas Hoult çok iyi oynamış. Teresa Palmer`ın oyunculuğu güzelde, kızı şu Bella-Kristen Stewart-`ya benzetme olayı ne anlamadım. Vaktiniz varsa sınavları falan da salla diyosanız, romantik, aksiyon, bilim kurgu, korku-kurt adam olmuş Jacob`dan  korkan arkadaşlarım vardı -, gerilim falan seviyosanız izleyin derim. İzlemeyi değil okumayı seçerseniz Isaac Mairon`un aynı isimli kitabı Türkçe'ye çevirilmiş vaziyettedir. 



Dediğim kadar benzemiyo mu ama?

 

     Bi arkadaş var çocukla ne zaman film muhabbeti yapsak bir sürü film tavsiye eder ve ben o filmleri süründürmeden izlemem. Benim tavsiye ettiklerimi bi kaç günde işi gücü bırakıp izlemesine rağmen ben bir yıl geçtiği halde izlemediklerim var. Kötü olduğundan mı kesinlikle değil. Bu tamamen benim salaklığımdan-kendime hakaret etmek istemezdim ama cidden sıkı filmeler tavsiye ediyo- kaynaklanıyo ya neyse. Adamın söyleyipte izlediğim bütün filmlere bayıldım bunlardan biride Message In A Bottle. 



    Filmi bulana kadar canım çıktı resmen. Film  99 yapımı. Ben bulamayınca bide çocuğa “Senin yüzünden merak ediyorum!!” diye söylenince çocuk buldu verdi, bu kez de ben izleyene kadar bi iki hafta süründürdüm. Günlerden bi gün benim sevgili, biricik kız kardeşim hasta olup hasta bakıcılık yapmak bana-seve seve- düşünce bende  canımız sıkılmasın dedim açtım. Ben bi yarım saat izleyip işime gücüme bakıcam devamını sonra izlerim diyodum ki ne mümkün. 



        Filmin konusuna  gelirsek  Theresa adlı kadın karakterimizin görüntüleriyle başlıyo. Kadın çocuğunu ayrıldığı kocası-kocanın ne pislik olduğu sonradan meydana çıkıyo- ve yeni eşine teslim ettikten sonra tek başına kafa dinlemek için tatile çıkıyo. Tabi kadın bizim gibi tatildeyim, yatıcam, uzanıcam, kıçımı büyütücem demiyo, koşusunu eksik etmiyo. Deli gibi sah,lde koşarken dikkatini bi şişe çekiyo. Şişenin içinden cin eğil ama bildiğin baya dokunaklı, samimi bi aşk mektubu çıkıyo. Adam kimsenin dürüst olamicağı kadar dürüst bi şekilde aşkını, hatalarını, pişmanlıklarını sevdiği kadına yazmış. Kadın milletiyiz sonuçta etkilenmemek elde değil,  Theresa`da mektuptan çok etkileniyo.


    Theresa -bahsetmedim ama gazeteci- mektubu tutup iş yerinde gösterince patronu işgüzarlık yapıp yayınlıyo. Sonra gelen hayran mektuplarından bu şişedeki mektupla ilgili bi şeyler çıkınca kadın mektubu yazıp imzalayan Garret Blake`in peşine düşmeye karar veriyo. Kadın bi de zeki ve şanslı olunca adamın izini buluyo. Ve sonunda karşılaştıklarında adamı tanımak için çırpınırken kendini ona aşık buluyo. Bu seferde korkular falan derken durumu adama izah edemiyo. Adamın kasabasında adamla flört ederken, bi yandan da adamın geçmişine dair hoş olmayan, mektubu yazdıran acıklı gerçeklere de ulaşıyo. Gitme vakti gelince istemesede evladım var diyip dönüyo. Adamda buna abayı yakınca, e bide adamın babası gazlayınca kendini kadının yanında buluyo. Yatağa girdikten sonrada gerçeği öğrenince kadını bırakıp gidiyo. Kadın sayesinde geçmişinde bi parçası aydınlanmıyo değil hani. Evine dönünce yarım bıraktığı teknesini bitiriyo ve kadını da açılışa çağırıyo. Ama  tekneyi geçmişe dayalı suya indirince kadın sessizce uzaklaşıyo. Filmin sonunda da … Vaz geçtim söylemicem.



    Yorumuma gelirsek adamı sevdim, bayıldım-oyuncu kaynaklı birazda bu hayranlık- falan ama kadını dinlemeye bile gerek görmeden çekip gitmeye kalmasına sinir olmuştum. Bunun dışında adam çok düşünceli, nazik ve yaralı. Kadınlar bi yaralı tiplere, bi de sorunlulara bayıldığı için tam olmuş. Kadının çocuğuyla ilgileniyo bide ne olsun. Kadına kesinlikle nazik ve sabırlı davranıyo. Adamla kadın gelmişler otuz küsür yaşına uzun uzun flört edip bi yata giremeyince dedim” Acaba bi Amerikan filmi izlemiyo muyum? “ . Kadın tatlı inatçı bi tip. Zaten kocası vurmuş bide adam çekip gidince sinir oldum. Ne bahtsızmış cidden yaa. Aşkı buluyo sonrada kaybediyo. Film kendini tekrar etmedi, başından kaldırmadan, zile bastıklarında sinir ola ola durdurulan, bu kadar geç izlendiği için pişmanlık yaratan bi filmdi. Filmde Garret`ın babasına da bayıldım. Adamın kızı destekleyip, kıza yaptıkları yüzünden oğlunun beynine azıcık akıl sokuşturmaya çalışmasına hayran kaldım. 



    Filmin oyuncularına gelirsek,  Kevin Costner oynuyo diyorum daha ne olsun. Adama bayılıyorum ki gerçi bayılmayan yoktur diye düşünüyorum. Adamı izlemek büyük bi zevk. Bide filmin sonununa acı ekmeseler iyi olurdu. Zaten bu çocuğun sonu mutlu biten filme karşı alerjisi falan var heralde dediği her filmin sonu acıklı bitiyo. Bu arada film Nicholas Sparks`ın kitabından uyarlanmış ve Luis Mandoki tarafından yönetmenliği yapılmış. Bence kesinlikle filmi izleyin. Sonuna sinir olcaksınız ama yapıcak bişey yok. Filmi izledikten sonra bi şişeye aşk mektubu yazıp atmak gibi bi fikir geldi de, bulan kişi manyağın teki çıkar, romantizim yapıcaz diye cinayete kurban gitmiyim diye vaz geçtim. 


     Judith Kitapları yazıcam bahanesiyle tüm kitapları tek tek okumaya başladım. İlk olarak da Westmoreland serini almaya karar verdim; çünkü  o aileye bayılıyorum. Hayır bunlar gibi bi soy varsa biri beni haberdar etsin, nasıl bi aile bu her kitap birbirinden güzel. Judith`in ilk yazdığı ama ilk bastıramadığı kitap olan İçinde Aşk Saklı`da bahsedilen ilk atayı anlatıyo Düşler Krallığı. Ben okurken sondan başa gitmiştim ama yazarken ilkinden başlıcam. İçinde Aşk Saklıda bahsedilen gelenekleri bu kitaptaki karakterlerimiz gerçekleştiriyor.



   Kitabın kaba taslak arka kapak konusu bi İskoç kontunun kızı-arka kapakta dük diyo ama kitapta kont olarak geçiyo-  Jennifer Merrick, Kurt lakabıyla anılan daha sonradan Claymore Dükü olacak Royce Westmoreland`ın kardeşi Stephan –ki arka kapakta bizat dükün kaçırdığı idda edilse de kardeş kaçırır-tarafından manastırın yakınlarında Jennifer`ın üvey kız kardeşi Brenna ile birlikte kaçırılır paketlenir ve Royce`un önüne servis edilir. namı diyar Kara Kurtun, düşmanlarını her koşulda alt eden düşmana ismiyle dehşet saçan Royce`un  önüne atılan Jenniffer`ın diğer faniler gibi davrandığını sanıyosanız yanılıyosunuz. Jeniiffer cesur, inatçı, kıvrak zekalı bi kız. Yakışıklı alaycı savaşçımızı alt edip şaşkına çevirmesi uzun sürmüyor. Tabi kız savaşçıya aşık olunca uysal kedi yavrusuna dönüyo, aile gurur falan sonunda aklında uçup gidiyo.



    Gel gelelim iş detaylarda..Jeniffer şimdiye kadar gördüğüm en uçuk karakterlerden biri. Kız adamın elinden iki defa kaçıyo ki ilki tamamen kendi plan programı. Okurken yuh hadi be falan diyip gülmeye başlayabilirsiniz. Kız zekayı konuşturmuş. Ee tabi bizim savaşçı da mecbur kızın peşine düşüyo ara tara anca bul. Sonrasında bizimkiler aynı çadıra girince hop aşkın tohumu da uygun koşullar altında yeşermeye başlıyo. Artık aşıklar daha bişey olmaz sonsuz mutluluk hevesine giriyosunuz ama yok o ağlayan zırlayan Brenna bu iki aşk sarhoşunu ayılmadan kandırıp topuklayınca olanlar oluyo. Jenniffer kendini Royce`un yatağında ertesi gün abisinin kollarında kaçıyo. Olan zavallı Royce`a oluyo. Krallar saolsun bunları evlendiriyor ama yok aksiyon burada da bitmiyor ilk bi evliliği çalkalamak iyice karıştırmak gerekiyor. Ee tüm bunlardan sonrada sonunda mutlu son.



    Jeniffer ailesi tarafından görmezden gelindiği için ailesine kendini ispatlama peşinde ki bunun yüzünden adamın burnundan getiriyo anasından emdiği sütü. Kızın üvey ağabeyleri desen –biri dışında- pisliğin teki. Tanrı kıza acımamış nerde gereksiz akraba var dibine sokmuş biri de babası olsa da. Kız kitabın sonuna kadar babasının gerçek yüzünü-bu kelimede tam bi klişedir-  göremedi. Kız olaylara uyanana kadar adam az kalsın elden gidiyodu. Ama kızımız saf yapıcak bişey yok. Saf dediğime bakmayın kızın zekası sana bana yetecek cinsten. Beni de Royce`u da bolca şaşırtıyo. Yaptıkları başta masumca olsa da kötü sonuçlar doğurup durdu. Hâlbuki kız çok doğal refleksler veriyodu. Kızı kaçırınca uyuşuk kedi misali ateş önünde uyuklicağını düşünmediler herhalde. Kişiliğine gelirsek zeki, özgüveni yıpranmış, cesur, şefkatli ve merhametli, bazen oldukça düşüncesiz. Karakterin tavırları sizleri bol bol güldürcek, yanlış anlaşılmalar sonucu kalbinin fındık ezmesine dönmesi sizi üzücek, aklının başına gelmesi “ohh bee!” dedirticek.    



    Ve de Royce… ya JM`nin her kitabında bu karakterden daha çok sevdiğim bi karakter karşıma çıkamaz derken JM bize tanrının çılgın projesi olacak cinsten bi erkeği karşımıza çıkarıyo. Adam efsane… İnsanı depresyona sokup kafasını ben niye böylelerine rastlamam diye bulduğu ilk direğe çarptıracak cinsten. Adam uzun boylu, geniş omuzlu, gri gözlü daha ne olsun. Yalnız adam cidden etten kemikten dibi aşık oldum. Başta o itici ”ben erkeğim, güçlü olan benim” tavırları o kaba hareketleri bile. Adam güçlü mükemmel savaşçı falan filan. Adamın istediği yumşak başlı, onu uğraştırmicak, huzurlu bi ortam verebilcek biriyken Jeniffer`ı gelin olarak veriyolar. Adama resmen iki kez kargo teslimi yapıyolar. 



    Kitabımızın yanlış anlaması boldu. Allah`tan konuşmayı akıl etmeyen tipler değillerdi de kitabın sonuna gelmeden azar azar çözdüler. Kitap okumak için ayıracağınız vakti sonuna kadar hak ediyo. Benden size tavsiye iki bölüm dizi izliceğinize oturup bunu okuyun.