Kast sistemine göre maddi durumum 5 ve 6 arasında gidip geliyor bi kaç aydır. Kız kardeşim şehir dışında okul kazanınca dolabımı sırtına yükleyip gitti. Ee tabi bide kredi kartımın limitini. Zaten kredi kartım hiç bi zaman limitini ful doldurmadan bir ay geçirmiyor. Bu yüzdende  kitap alacak kuruş paramın kalmadığı çok oluyor. Evde son sayıma göre 82 tane okunmayı bekleyen kitabım var. Kitap alma fetişisti olabilirim. Alıp beklettiğim çok kitabım var. Süreklide kitap çıkınca ya param ya zamanım olmuyor. Tabi ben üç aydır 5-6 arası gidip gelirken Beni Seç`i almayı unuttum. Alınca da bir ay okumamı bekledi. Herkes o kadar çok bu seriden bahsetmişti ki çok istedim almayı alınca da hevesim kaçtı. Ama bir ayımı çöpe atmışım bildiğiniz.




       Kitabı duymadım etmedim diyenler için bol spoili bi yazıya merhaba diyorum. Şimdi bi kaç yüzyıl falan olsa gerek ileriye gidin. Amerika`yı yıkın üzerine Illéa adında bir ülke kurun. Sonrada Hint usulü kast sistemini dayayın. Sınıf atlamak neredeyse söz konusu değil ve sınıflar arası evlilik de kesinlikte hoş karşılanmıyor. Birinci sınıf zengin güçlü ailelere tahsis edilmiş anladığım kadarıyla ikide öyle bi şey. Üçler öğretmen vs. Dörtler ne yapıyo tam anlayamadım ama fena değil durumları. Yani en azından aç kalmıyorlar. Beşler sanatçılara tahsis edilmiş. Sanatın toplumdaki yeri pek parlak değil anlayacağınız. Ve mevsime göre aç kalabiliyorsunuz. Altılar genelde aç kalıyor ve hizmetçi olmak zorundalar. Yediler ve sekizler açlıktan kıvranıyor. Sekizler tamamen evsizler falan. Anlayacağınız toplumun yarısından fazlası maddi imkansızlık içinde. Ve dünyada savaşlar sürüyor. Üzerine asi tayfası etrafta kol geziyor.  Ülkeyse krallıkla yönetiliyor. 


        Kendinizi böyle bi dünyada bi kaç dakika hayal edin. Eğer bir ikiyseniz hava hoş ama diğer basamaklar yaşamak için pekte iyi bi tercih değil. İşte bu dünyada Amerika isimli hatun beşinci sınıfa ait bi birey. Hayat boyu çalışmak zorunda. Illéa ülkesinde sınıf atlamak için üst sınıftan bi koca bulmasını sürekli destekleyen bir annesi var. Ama Amerika Aspen adında altıncı sınıfa ait bir çocuğa deli divane aşık. Ki bu aşk tamamen gizli kapılar ardında oldukça masumane ve dokunaklı bi şekilde geçmek zorunda.


       Tüm bu kast sistemi, imkansız aşklar, toplumsal zorlukların içinde zirvede oturan ve 21 yaşına başmak üzere olan beyaz atlı prensimiz Maxon var. Prens Maxon`da evlenip çoluk çocuğa karışmak zorunda ve iş gelini seçmeye gelince işin rengi değişiyor. Sokaklara çıkıp özgürce yaşamak bi yana, kafalardaki çapkın, skandal dolu prenslerden durumu tamamen farklı. Gelinini seçmesi bizim külkedisi masalındaki evlensin diye balolar düzenleyip salonu kız doldurma usulü gibi. ülkenin dört bir yanına, yaşları uygun kızlar için davet gönderiliyor.  Başvuru yapan kızlar arasından 35 kız seçilip saraya alınıyor ve tek tek eleniyor. Sona kalan kızda prenses oluyor. Benim evime de bi davetiye bekliyorum çünkü ben bu prense bayıldım….


       Amerika`da kapısında bu davetiyelerden birini buluyor. Annesi başvuru yapması konusunda oldukça ısrarcı ve kararlı. Amerika`nın ise tek istediği Aspen`le evlenip bol bol çocuk yapmak. Aralarındaki aşk o kadar güzel ve dokunaklı ki.. Okurken insanı içine çekiyor ve ta ki Seçim`e kadar Aspen Aspen deyip durdum. Fedakarlar ve her şeyi göze alıp aşklarına sahip çıkmak istiyorlar. Ancak Aspen  Amerika`nın hayatının fırsatını kaçırmasını istemiyor ve kendince fedakarlık yapıp kızı başvuru konusunda ikna edip üzerine terk ediyor. Kendince sebepleri var. Kızı koruyup kollamak, iyi bakmak istiyor. Ancak bi altı için bu söz konu değil.


       Amerika saf saf seçimlere katılıyor ve seçilmeyeceğinden oldukça emin. Tekme yiyeceğide aklında yok. Ama aklında ne yoksa başına geliyor. Saraya adımını attığı an itibariyle de ben Aspen`ı unutuyorum o unutamıyor. Maxon öyle tahmin ettiği gibi biri çıkmıyor. Kendini beğenmiş, bencil bi tip beklerken gerçekten iyi bi insanla karşılaşıyor.  Sosyal ve kızlar açısından prensin durumu pe parlak değil. Şimdi prens bu falan dedim ama onun tecrübesizliği normalde sinirimi bozabilecekken, tam tersine gözüme daha şirin görünmesine neden oldu. Amerika`nın niyeti baştan beri seçilmek olmadığı içinde adama ters davrandı ama sonunda dürüstlük kartını kullandı. Sonuçta bu ona Maxon`nun arkadaşlığını kazandırdı. Kızlar konusunda ona yardım edecek. Ama işler pek beklediği gibi gitmiyor tabi ki. Karşısında Maxon olunca Aspen Aspen diye ağlarken onun büyüsüne kapılmaya başlıyor. 


       Maxon tamamen bir inceleme konusu. Ve onunla tanışınca ben Aspen`ı anında defledim. Koca prens bu kızdan hoşlanıyor ama bu Amerika salağı hala mırın kırında. Sonra kıskançlık krizleri ama istemem yan cebime koy. Adam belli sana aşık, ağzının içine bakıyor sen daha ne istiyorsun. Yok ben diğer kızlardan güzel değilim onlar daha iyi kafasında takılacağına dur biraz düşün. Diğer kızlarla iyi geçiniyor. Zaten yazar hepsini birer melek olarak işlemiş biri dışında.


      Arka kapağı okuyunca bir masal bekleyeceksiniz ama bu masal değil. Üç kişilik bi aşk mevcut ki üç kitaptan oluşan serinin sonunda Amerika Maxon`ı seçmezse kafa atarım. Gerçi yalan yok Aspen`da çok tatlı. Ahh yazar anlaşılan iki erkek arasında kalma durumu yaşıyor. İki kişiye birden aşık olma durumu benim başıma geliyor sanıyordum ama anlaşılan oldukça yaygın bi durummuş. Umarım Amerika akıllı çıkarda ikisini de reddetmez. 


      Kitabı mutlaka okuyun çok seveceksiniz eminim. Erkek karakterlere bayılacak kadın karaktere yer yer uyuz olacaksınız. Bide yazara karakterleri çok net tarif etmediği bi kez bahsedip geçtiği için kızacaksınız. Onun dışında kitap bitti diye üzülecek sırada Elit var diye sevineceksiniz. Tabi almadıysanız hadi pamuk eller cebe durumu yaşayabilirsiniz. Örnek a birde ben. O yüzden tavsiyem ikisini de alıp hemen okumaya başlayın.




Hayalimde net olarak bi Maxon canlandı. Yazarda umarım benim gibi sarışın seviyordur da sonunda kız Maxon`ın olur. William Moseley cuk diye oturdu. Ancak aklımda sonra Patrick Pilz belirmeye başladı. Neyse ki ikisi de harika şeyler =)

Şarkıya gelirsek Apocalyptica`dan  Ruska…




     

      Bayramınız kutlu olsun. Geçen bayramı es geçtiğimi biliyorum ama bu bayramı da es geçmek istemedim. Bayram her insan için farlı şeyler ifade eder ama benim için genelde tatili ifade ediyor. Bundan çok hoşlandığımdan değil.  Tüm yakın akrabalarım başka şehirlerde olduğu için bayramlaşma telefonla kuru kuru oluyor genelde. Bayramlaşma kavramıysa anne baba kuzenine gidelim ki küçüklüğümden beri bunlardan da genelde yırtardım. Tek ve vaz geçilmez bayramlaşmam komşularla olan. Kahvaltıdan hemen sonra tüm komşuların elini tek tek öptüğümü bilirim. Yakınıyor falan değilim. Sadece komşulardan ziyade bayramda dede, amca, dayı, teyze ile bayram kutlayamadığım için galiba kendimi buruk hissettiğim oluyor. Tabi bu genelde bayramın ilk günü. Sonrasında geçiyor gibi.

 

     Sevdiklerle bayram kutlamak nedir pek bilmem.. Ama dedeniz, teyzeniz, amcalarınız yakınlarınızdaysa oflanmadan gidin derim. Çünkü bunu yapamamış benim gibi insanlar sizin bu sahip olduğunuz şeyler için gözü düşerek bakıyor olabilirler. “Gezmeyi sevmem ne  o herkesle bayramlaşmaya mı gideceğiz ben evde yatsam olmaz mı*” az olan akraba gezmelerim için bile bende sıkça kullanıldı. İki yıl önce köye gidip dedemin elini öpebilme şansına eriştim. Şans diyorum çünkü o bayram unutulmazlarım arasında. Bol şeker çikolatadan ziyade ilk defa bayramın dört günüde insanlarla bayramlaştım. Köyde gezmedik yaşlı bırakmamıştık. Ne bilim böyle sıcak ve sanki daha bi gerçekti. İstanbul`da daha önce pek yaşamadığım bişeydi.  

      Bayramın tatil boyutu da tabi ki yadsınamaz. İlk defa biricik kardeşimden uzak kaldığım için bayram tatilini iple çektim. Hatunu resmen sömestra kadar zor göreceğim için yetkililerden bayramı bi kaç gün daha uzatmasını bile isterim. Zaten okul iş derken ne uyuyabildim ne dinlenebildim. O yüzden bu bayram tek isteğim bolca dinlenmek gezmek. Tabi benim iki küçük kardeşimle.

      Herkesin kurban bayramı kutlu olsun. Keşke bu da ramazan bayramı olsaydı da etrafta bu kadar çok et olmasaydı. Et yemeyen biri için her yerin buram buram et kokması hiç hoş olmasa da dayanıyorum. Umarım benden çok çok daha şanslısınızdır ve tüm sevdikleriniz ve aile büyükleriniz yanınızdadır. Herkes kendisin de olmayanı ister ya benim ki de o hesap.  Mutlu güzel bol kahkahalı şekerli bayramlar.  Yine uzun yazıp sıktım sizi dimi =)

      Gratis`de on liralık Dove ürünüe on liralık D&R hediye çeki verdiklerini duyar duymaz gidip ihtiyacımda olan bi kaç bişey aldım. Tabi çekimi de anında D&R`a giderek kullandım. Yeni çıkan ve harika bi kitap olduğunu herkesin söylediği Dublin Caddesinden başka almayı aklımdan geçirdiğim kitap yoktu. Nasılda uzun salak cümleler kuruyorum. Ama beni bilen biliyor kitap çok seviyorum, hele indirim ve bedavaya gelen şeylere bayılıyorum. Kişiliğimin pis yönlerini de ortaya döktüğüme göre hemen kitaba geçeceğim.



      Kitabın ana karakteri Jocelyn`in annesi, babası ve küçük kız kardeşi o henüz on dört yaşındayken bi kazada hayatlarını kaybediyorlar. Amcası zahmet edip kızın sorumluluğunu üstlenmeyince Joss koruyucu ailelere veriliyor. Ailesinin ölümünü bi türlü kabullenemeyen Joss gününü gün edip asi ergen moduna giriyor. Bi sabah tanımadığı iki erkekle uyanınca duruma dur demenin vakti geliyor. Geçmişini arkasında bırakıp kendini İskoçya`ya atıyor. Edinburgh'te üniversiteyi bitiriyor. Ev arkadaşı eğitim şart deyip doktora yollarına Londra`ya gidince yalnız yaşamak istemeyen Joss kendine yeni ev arıyor.


       Joss kendine ev ararken bi anda kendini Braden`ın kollarında buluyor. Tabi benim dediğim gibi pat diye değil. Oldukça parası olmasına rağmen vicdan azapları yüzünden parasını harcamayan Joss sonunda paraya kıyıp kendine Dublin caddesinde bi eve ev arkadaşı buluyor. Burada işe ev arkadaşı olan Ellie dahil oluyor. Ellie bizim Braden`ın da kız kardeşi olunca Joss`la Braden başlıyorlar köşe kapmaca oynamaya.


       En sevdiğim kısımlarda Braden ve Joss`un ikiliye başlamadan önceki atışmalarıydı. Bol bol güldüğüm yerler oldu. Adam da kızda fazla sivri dilli ve elektrik yüklüydü. Kitap boyunca bi çok duygu hissediyor insan. Ama en çokta içini ısıtıyor. Zekice atışmalar hep hoşuma gitmiştir ve burda da bol bol var. İlişkileride öyle uzay mekiği havasında değil de daha çok dünyalı gibi. Tabi bunların anlaşmalı bi ilişki yürüttüğü göz ardı edilirse.


          Joss`un korkuları o kadar hat safhada ki insanları sevmeme konusunda son derece dikkatli davranmaya çalışıyor. Tabi bunu içinde kendi hayatında ki insanları feda ediyor. Kimseye yaklaşma, kimseyle sırlarını paylaşma… Bu da ailesi öldüğünden beri onu gitgide yalnızlaştırıyor. Düzenli bi ilişki, evlilik, çocuk, aşk ise en büyük korkusu oluyor. Ehh bunun ceremesini çekmekte Braden`a kalıyor.


           No Strings Attached veya Friends with Benefits filmlerini izlemişsinizdir. İşte burda da temel prensip bu. Sekse evet ama bu aşk ve bir ilişki değil. Tabi bu birbirine bu kadar çekilen çiftlerde tıpkı filmlerdeki gibi yürümüyor. Zaten yürüyeceğini düşünmeleri hata. Birbirini görür görmez üzerlerine atlama dürtüsüyle uzak durma planı pekişe yaramaz.


         Kitapta bi de Ellie ve Adam aşkı var. Adam kim nerden çıktı derseniz de Braden`nın en yakın arkadaşı. Bir kız kardeşle yakın arkadaş aşkı olmazsa olmazlardandır. Adam bişeyler hissetmesine rağmen arkadaşımın kardeşi der susar. Kızda çıkıp ya benim olacaksın ya kara toprağın diyemeyeceğine göre anca uzaktan uzaktan göz süzüyor. Ahh bee bunları okurken ne üzülmüştüm.


        Joss kendine bi sevgili bi de arkadaş buluyor. Üzerine bonus bide aile. Tüm bunlar tabi kızın bünyesine fazla ağır geliyor ve bocalamaları ürküp kaçmaları mevcut. Ama ben kıza hak veriyorum. Herkes acısını aynı şekilde yaşayamaz ki. Acıyla yüzleşmek zordur. İnsan kendini üzen şeyler karşısında zarar görmemek için ister istemez kendini kapatıyor. Herkesin savaşacak gücü olmaz ki. Hem kendini koruma dürtüsü bazen dışardan kaçma gibi görünse de aslında kaçıştan çok erteleme… Felsefe yide yaptığıma göre artık sonuç kısmına geçebilirim.


       Biliyorum pek parlak bi yazı olmadı ama yorumun ikinci yarısı iki hafta sonra yazılınca bi gariplik ister istemez oluyor. Ama sizlere tek tavsiyem benim bu yazıma bakıp almaktan sakın vaz geçmeyin. Hatta bence en kısa zamanda alıp okuyun. Çünkü ben açık ve net çok sevdim. Hem Ellie`nin başına ne gibi şeyler geldi bilmeniz lazım. Braden`ın nüktedanlığıyla tanışmanız lazım. Joss`u okuyup insanın gerçekleriyle yüzleşmesini görmeniz lazım.. Benden bu kadar umarım keyifle okursunuz…

Dinlediğim şarkı ise...




      Hayat gerçekten çok acımasız ve kahredici. Bu gerçeğin farkına çok daha önceden varmıştım ama bugün bi kez daha kafama dank etti. Neden mi? Dünyanın bi ucunda 32 yaşında olan Stephen Amell var, bide bizde otuz iki yaşına gelip koca göbekli burma bıyıklı abiler. Hatta otuz ikisini beklemeyip göbeklenen ve suratının sakaldan üçte biri ancak görülebilen resmen peçeli olan adamlar. Şimdi Stephen Amell`e neden taktığıma gelirsek Arrow`u keşfetmem diyebilirim.


      Çok fazla dizi izlemem ki Türk dizilerinden oldum olası kaçarım. Kız kardeşim başka bi şehre okul için gidince bende yalnızlık dürtüsüyle kendimi diziye verdim. Erkek kardeşimde ben de Ankara istiyorum ama o gitmesin diye tercihleriyle oynama gibi bile planlarım var. Yapayalnız evde ne yaparım ben sonra… İşte bu yalnızlık döneminde bi kaç blogda görünce dayanamadım başladım izlemeye. On bölümü devirmeden de başından kalkamadım.  Son iki bölümümü izlemelere kıyamadım. Ama sonunda bitince beni derin bi hüzün kapladı. Yeni sezon beklerken buldum kendimi.


       Dizinin kahramanını bi zamanlar herkes çocuk olduğu için bilir. Yeşil Ok. Ben çizgi filmi hala bile çok seviyorken bu çizi roman karakterini tabi ki de biliyordum. Ee bide bi kaç sezonluk Smallville deneyiminden sonrada iyice cilalandı. Şurası bi gerçek ki Yeşil Ok olacaksanız harika gülmeniz ve kas oranınızın bol olması gerekiyor.


      Salyalarımı silerek devam edecek olursam Oliver Queen adlı şımarık, bencil, çapkın, zengin  karakterimiz babasıyla çıktıkları tekne yolculuğu sırasında yakalandıkları fırtına sonucu bi adaya düşer. Beş yılını bu ıssız-külliyen yalan-  ve vahşi adada geçirir. Sonunda balıkçılar tarafından kurtulup geri döndüğünde ne o eski adamdır, ne de arkasında bıraktıkları eski insanlardır. 


       Kız kardeşi Thea tipik asi bi ergen olmuştur. Tabi aradan geçen beş yılda hem abisini hem babasını kaybeden kız bide annesiyle uğraşınca sinir tepesinde geziyor. Annesi Moira şirket çalışanlarından Walter ile evlenmiş mutlu mesut. Oliver`ın ciddi ilişkiden korkup uzaklaştığı biricik aşkı Laurel Lance avukat olmuş suçllarla savaşıyor. Tabi Oliver`dan ölesiye nefret ediyo ya da adam bu kadar tatlı olmasa ederdi. Bide Oliver`ın yakın arkadaşı TommyMerlyn varki o da tabi ki Laurel`e aşık. Ve Oli adayken bunlarda işi pişirmiş. 


      Oliver geri dönünce doğal olarak duruma adapte olmakta zorlanıyor. Adadan döndükten sonra aklındaki tek şey babasının ölmeden önce eline verdiği liste. Listedeki isimler babasının şehri felakete sürükleyen adamlarla olan bağlantısı. Babası bundan pişman ama işi halletmek Oli`ye kalıyor. Sonuçta zombi olup intikam alamaz ya adam. Bizim Oli`de bi gece kulübü açıp kimliğini gizlemek için paravan kurar kendine. Şehirde suçluları patır patır öldürmesi üzerine Laurel`inde babası olan Detektif Quentin Kanunsuz adını verdikleri Yeşil Okun peşine düşer. Bide bizim Yeşil okumuza Yardım eden koruması, eski asker Dig var. Bi de Pc uzamanı Felicity var ki kıza bayılıyorum. Hem çok güzel hem çok şaşkın.


     Şimdi azıcık detaya inersek adada Oliver kesinlikle yalnız değildi ve dizinin her bölümü adada yaşadıklarından kesitler verildi. Benim en çok merakla beklediğim sahneler adadaki yılları içeriyordu. Küçük ipuçları verecek olursak Laurel`in nefret etesini gerektiren sebep, Oliver`ın onu kız kardeşiyle aldatması. Allah`ın sopası yok derler. Bizim Yaprak Dökümü`nün Leyla Nejla olayı yaşanmadan kız teknede Oli ile fingirdeşirken fırtınada ölüyor. Annesi de pek bi masum dururken ilk bölümden Walter`dan kuşkulanmıştım ama ön yargılarımın kurbanı oldum. Annesi ters köşeye yatırdı beni resmen.


       İlk cümlelerimden de anlayacağınız gibi adam harbiden çok seksi. Hele bi gülüşü var 21. Yy`de bana Orhun Abidelerini tekrar diktirtir. Tabi diziyi sırf adam aşırı harika diye izlemiyorum.(az önce azıcık yalan söyledim sanırım.) dizinin aşk oranı bi kere öyle çok yüksek değil.  Vıcık  vıcık aşk verip aksiyonu az veren bi çok dizi varken burada bolca aksiyon sahnesi var. Yaşanan olaylarla da sürekli merakı tırmandırıyor. Oyunculuklara gelirsek kesinlikle başarılı bi iş çıkarmışlar. Tavsiyem diziyi kesinlikle izleyin. En azından bi göz atın.


      Serilere orta yerinden başlamak gibi talihsizliğe sahibim. Gönül Avcısı`nı okuduktan sonra yorumlara bakarken fark ettim ki ben yine seriye yanlış yerden başlamışım. Yazarı ilk defa okuduğum içinde acemiliğime geldi. Gönül Avcısını şöyle böyle beğenmiştim ama herkes Akşam Yıldızı çok daha güzel diyince okumadan geçemedim.



        Erkek karakterin adı Simon ve geçmişti epey bi acı çekmiş. Kadın karakterimizin adı isi Anne. İlk olarak bi parkta karşılaşan çiftimizin tanışmasına pek de hoş olmayan bir olay vesile oluyor. Erkek milleti işte bağırıp çağırmayı seviyor kıza o yüzden bağırdı desek de sebebi sonradan anlaşılıyor. Ama ilk karşılaşmada kıza doğru kükremesi kızın ondan nefret etmesine engel olmuyor. İşe aile dahil olup adamın yaptığı iyilikten ötürü davetlerde falanda kız durumu yeterince açık ediyor. Adam da kızdan pek hoşlanmıyor. Zaten bi erkek kadın için bişeyler hissediyorsa durumdan kesinlikle hoşlanmaz.


        Bunlar böyle birbirinden hoşlanmaya dursunlar dicem de boşta durmayıp öpüşüyorlar. Eee yıl bin sekiz yüz küsür olunca bırak öpüşmeyi yan yan baksan adın çıkıyor. Bizim saf çiftimizde tutkularını dizginleyemeyip ortalık yerde tutkularını salınca yakalanmaları-basılmaları- çok da yadırganmaz hani. İşin kötü tarafı kızın abisinin çifti yakalaması değil, abisinin yanında ki dedikoducu kız. Kızın elinden bizim Anne bi adam çalınca kızda boş durmayıp konuşacak tabi. Bu durumda yapılacak en mantıklı şey  evlilik oluyor.


       Kız istemem dese de adam bende istemem imajı çizince hop kıymete biniyor. Zaten ne zaman bişeyi elde edemesek kıymeti artıyor. İşte bence bu da ona benzer bi durum. Kızın o saatten sonra gözleri aşılıyor. Simon bide evliliği yatakta tamamlamakta ısrarcı olunca köşe kapmaca başlıyor. Simon yaşadığı acıları uzun süre kızdan saklıyor. Acı dediysem bu harbi baya acı verici bi olay. Adam beş yıl kendini kapatmış ama ottan sebeplerden değil.  Tabi kıza bunu da anlatmamakta nedense kararlı. 


        Evlilikleri gerçek bi evlilik olmayınca kız kendini oldukça yalnız hissediyor ama adamdan tek biran vazgeçmiyor.  Kız çünkü oldukça inatçı. Kendi için mutlu olma fırsatını yakalamakta da oldukça kararlı. Adamınsa kızdan kaçmaktan başka yapacak bişeyi yok. kaybettikleri insanların ardından kendine yeni bi hayat kurmak zor. Haklıda. Kaybettiklerinden vazgeçmek gerek. Pişmanlıkları, vicdan azaplarını gömmek gerek ki bence bu da en zor olanı.


        Tam kıza açıldı etti diyebiliceğim derken bu kez kızdan vebalı gibi kaçıyor. Sonra gidiyor ama bazı fiziksel aktiviteler için. Erkek milleti diyip burayı da geçiyorum ve sonunda adamın aklını başına devşirmesine seviniyorum. Gerçi kızın cesareti olmasa onu da yapabileceği yoktu ya..


        Yazarın dilini sevdim. Ve kesinlikle Gönül avcısından çok çok güzel bi kitaptı. Ama canımı sıkan yerleride vardı. Evlilik sonrası kadının karakteri çok sıradanlaşmıştı bence. Bu sıradanlık şu anlamda; diğer kitap karakterleri gibi oldu. İlk karakterden yola çıksa daha hoş olurdu sanki. Kitap kapağı ikini kapakla uzaktan yakından alakalı değil ama ilki orjinale sadık. Ama bence ikinci kitap kapağı daha bi hoş olmuş. Her neyse kitabı zevkle okuyabilirsiniz ben sevdim. Ama şiddetli bi tavsiye değil haberiniz olsun. 


       Bu yazıyı yazarken Duman`ın Darmaduman albümünü başa sarıp sarıp dinledim. Ama bende en çok yer eden Gönül İster….