Hala yazarken tereddütlerim olmakla birlikte, artık bu son nasıl olsa yaz gitsin dedim kendime. Sıkıcı, kesinlikle kasvetli, hele de benim gibi ders çalışmayı sevmeyen öğrencilerin korkulu rüyası vize haftasında gösterime giren filme gittim. Ama giderken aklımda ki düşünce aynen şuydu ”Tamam bu son. Git ve şu lanet ergenlikten kurtul. Utanç dolu hatıralarda kalsın. Eeee.. tabi bide zaten  vize haftasındasın kafan dağılır. ” Sonuç olarak sınavdan çıkıp tıpış tıpış gittim.




    İlk filmi izlediğimde lisedeydim, ağır ergendim ve filme bayılmıştım. Vampirlerle tek alakam çocukken tv de rastlayıp izlediğim bol kanlı, acımasız vampirler dünyası olunca film bende o dönem büyük hayranlık yaratmıştı. Koştur koştur çıkan kitapları almalar, o kitapları sabah okula gitmeyacekmişim gibi bir gecede bitirmeler,  filmi bir kaç defa izlemeler, önüme gelene izle izle diye baskılar yapmalar, yeni film hala çıkmadı diye yakınmalar,  ohooo daha neler neler. İşin tek iyi tarafı kitaplar bittikten sonra dikkatimin dağılması. Yeni Ay`dan sonra gözümde değerinin kalmamasıydı. İlk filmde vampir insan ilişkisindeki romantikliğe bayılmıştım, tabi büyüdükçe durup durup ne salakmışım demeden edemiyorum. Ama bütün bu eleştirilere rağmen her dört filmi de izledim; çünkü yarım bırakılan işi sevmem.



    Şafak vakti 2 ye getirecek olursak lafı, filme büyük bir beklentiyle gitmedim. Nedenlerim gayet basit ergenlik uzantısından kurtulmak, kafa dağıtmak, biraz aksiyon görmek… Film bence ikinci filme göre çok çok iyi üçüncü filme göre aksiyonuyla çok çook iyi ama hala bende nedendir bilinmez ilk filmin yerini tutmaz.




    Filmin konusunu duymayan kalmamıştır Bella diye bi hatunumuz var .Edward adlı vampire aşık. Evlenirler bide üzerine çocuk yaparlar. Doğum sonrasında da Bella`mız vampire dönüşür. Kızın gözlerini açmasıyla öpüşme sahnesinin gelmesi bir oldu desem yalan olmaz ki, zaten filmde bu sahneler filmin savaş sahnesine kadar sık sık var. Açıkçası diğer filmlerine oranla -ki ilk film de bi kez öpüşen çift- daha fazla koymaları bende yazacak bir şeyimiz kalmadı süreyi doldurmak için yazdık havası yarattı. Onun yerine daha hayal gücünü zorlayan efekti bol aksiyon sahneleri olabilirdi. Senaryo uyarama değil resmen kitabın özeti olmuş. İlk on beş dakikada yeni doğan vampir Bella`mızın oyunculuğu harbi tırttı. Bir ara avlanırken kendini Kedi Kadın filminde oynuyo falan sanmış olabilir. Ama sonradan oldukça toparladı. Filmin tek ve en iyi olan yeri sonradan sadece bir gelecek öngörüsü olduğunu anladığımız sahneydi. Bir an savaş çıkıp Carlisle, Jasper falan ölünce dedim ne oluyoruz. Sahnenin fos bir gelecek olduğu anlayana kadar “Senaristlere bak sonunda özgün bir şey çıkarmışlar, helal” demiştim ama sonra sinema salonundakilerle birlikte verdiğimiz tek tepki “aaaaaaa”. Filmi beğenenlere fanatiği olana diyebileceğim tek şey büyüyünce geçiyor. Film boş bir vakitte, sıkılırken izlenebilecek türden.



    Filmde kayda değer bulduğum tek şeyse Renesmee karakterini oynayan ufak kız. O nasıl bir güzelliktir, nasıl bir tatlılıktır.. Kız o kadar şekerdi ki her sahnede görsem diye bekledim. Hatta yanımdaki arkadaşım ” Bu kız insan olamaz, bilgisayar efektidir.” bile dedi. Film boyunca “Bu çocuktan bende istiyorum!” deyip durdum. Bende bu etkiyi yaratan bide Bebek Firarda  oynayan ufaklıktı.




    Film yine olukça iyi bir hasılat yapmış. Oyunculara da yapımcılara da iyi para kazandırmış. İster sevin ister sevmeyin ama Stephenie Meyer`in yazdığı roman yok sattı, film çok iyi hasılat yaptı,  tv`de bir sürü vampir dizisinin olmasına, bir sürü vampir kitaplarına yazılmasına, olan kitapların tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Bu iyi mi kötümü bilmem ama Stephenie Meyer`ın başarısından insan etkileniyor. Aklım gelmişken film müziklerini gerçekten beğendim. Doğru yerde ve zaman da kullanıldıkları gerçeği dışında da güze müziklerdi. Ha bu arada vampir filmi severim diyorsanız Brad Pitt ve Tom Cruise`un oynadığı Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles filmi şiddetle tavsiye ediyorum ve Twilight serisinden kat be kat daha güzel olduğunun garantisini veriyorum.




      
         Çok satanlar listesinde olan bu kitaba uzun süredir rastlıyordum ama alma teşebbüsünde bulunmayı bırak almayı düşünmemiştim bile. İtiraf etmek gerekirse neden bilinmez “Konusu ne bunun?” diye bile bakmamıştım. Neyse kitap alma hikayesini geçersek bi şekilde ordan burdan duydum, merak ettim ve aldım. Kitabın konusu ilginç: Kendi kaderini çiz.


     Bu kitaba da her kitapta olduğu gibi ilk sayfadan başlıyorsun ki altın kural kız olmalısın; çünkü kitabın devamında bi kadını olarak devam edeceksin. Kısacık olan ilk bölümün sonuna geldiğindeyse yazar önüne bir menü koyuyor ve senin iki yemek arasında seçim yapman gerekiyor. Sen 18 yaşındasın, liseyi yeni bitirmişsin, bir sevgilin var ve ilişkinde gayet güzel gidiyor. Menün de ise iki seçenek var: erkek arkadaşınla bir ev kiralayıp üniversiteye ve güvenli prestijli olduğunu düşündüğün bir hayata başlamak ya da sırt çantanı alıp tehlikeli, macera olduğunu umduğun dünyayı dolaşmak için bir yolculuğa çıkmak. Bu noktadan sonra seçimleriniz sizi kitapta bir o sayfaya bir bu sayfa sürükleyip duracak. Seçimler tamamen size ait. Bir anlamda kendinizi keşfetmek de dene bilir. Gerçekte yapacaklarınız ve aslında yapmak istedikleriniz. 


     Güvenli bir seçim yaptığınızı düşündüğünüzde iyi şeyler olacağının garantisi yok. Kitapta ilerlerken başıma gelmedik felaket kalmadı. Her üç bölümden birinde tecavüze uğradım, birinde lezbiyen oldum, birinde yapa yalnız (mutlaka bi kaç hayvanım vardı) öldüm. Bu kadarı da olmaz dediğiniz şeyler başınıza geliyor. Şanslıysanız bir kaç bölümden fazla yaşıyorsunuz genelde 102 yaşında ölüyorsunuz; ama şanslı değilseniz ikinci seçiminizde bile ölebiliyorsunuz. Kocanızı sinsi bir planla öldürüyorsunuz, kocanızı boynuzladığınız için kocanız sizi öldürüyor, uyuşturucu kullanıyorsunuz, uyuşturucu satıcısı olup köşeyi dönüyorsunuz, bir bebeği yaralıyosunuz, hapsi boyluyosunuz, şişmanlıyorsunuz şişmanlıyorsunuz  şişmanlıyorsunuz, sanat okulunda sanat işleriyle ya büyük bir başarı yakalıyorsunuz ya dibi boyluyorsunuz, büyücülükle suçlanıyorsunuz ki az çok doğruluk payı var, dini bir tarikatta seks kölesi oluyorsunuz, kulağa ne kadar iğrenç gelse de maymun tarafından tecavüze uğruyorsunuz,  Avrupa`yı dolaşıyorsunuz(ki bu yolculukların çoğunda bilmem kaç kez çantanız çalınıyor), alkolik oluyorsunuz …. kaç tane bomba patladı sayamadım. Tabi bunun yanında iyi şeylerde oluyor. Zengin oluyorsunuz ama bu her zaman kolay bir şekilde gelmiyor, aşkı buluyorsunuz, bazen birden fazla kez aşkı buluyorsunuz, çocuklarınız oluyor, dünyaca ünlü bir yazar, bazen aktris oluyorsunuz. Tüm bunların yanında aklınıza hayalinize gelebilecek her türlü şekilde ölüyorsunuz. Yazarın yemekle bir problemi olsa gerek birçok kez boğazınız yüzünden diğer tarafa yolculuk yapıyorsunuz. Ha bide öldükten sonra başınıza gelenler var. Bazen tanrıyı buluyor, bazen dünyaya geri dönüyor,  bazen cennet, bazen cehenneme giderken, bazen de aslında bunların hiç birinin olmadığını görüyorsunuz. Kitabın bence en büyük eksisi, yirmili yaşlar ballandır ballandıra anlatılırken bir anda kendinizi yaşlanmış ve ölüyor olarak bulmanız.


      Kitabı okumak bence biraz sıkıntılıydı. Çünkü bir o sayfaya koş bir buna koş derken nerden geldim ya ben buraya oluyorsunuz. Çok seri kitap okuyan ben bile bir haftada ancak bitirebildim. Klasik kitaplardı ki kolaylığa anlaşılan baya alışmışım. Bunun yanı sıra kitabı okuyup bitireceğim diyorsanız sistemli okumanız, hatta okurken geçtiğiniz yönlere bir tik koymanız şiddetle tavsiye edilir. Şayet ben öyle yaptım. Ama yok ben canım istedikçe okuyacağım derseniz de kitap buna müsait. Her seferde kendinize yeni bir yol çizmek. Yalnız oynayacağınız bir sonraki hamleyi iyi düşünmek gerekiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi seçimlerimizin bizi götürdüğü yerler şaşırtıyor. Yazar bu konuda da son derece yaratıcı ve kesinlikle başarılı. Çoğu insanın hayal gücünün yanından geçmeyen şekillerde hayata yön vermiş. Ve yazarın seçimlere giderken onları nasıl farklı bakış açıları ve gözlemlerle verdiği ise insanın takdir etmesi gereken noktalardan bir. Çünkü yazar hayatta yapmam dediğiniz şeyi bu gözlemleriyle yapmaya itebiliyor. 


     Kitabı beğenip okumak isteyenlere dip not: Heather McElhatton'ın orijinal adı Pretty Little Mistakes olan bu kitabın ardından Şahane Hatalar Talih Kuşu ve en son olarak da Şahane Hatalar Bira Ve Kadın çıkmış bulunmakta. 


                                                    
 Uzun zamandır duyduğum ama dram sevmeyip, izleyeceğim diyip ama bi türlü izleyemediğim filmi sonunda izledim. Her vize zamanı kaytarmak için bir şeyler buluyordum filmde açıkçası ona denk geldi; ama keşke daha önceden izleseydim demedim dersem koca bi yalan söylemiş olurum. Dramlardan hoşlanmayan bana bile keşke dedirtti. Filmi de zaten duymayan kalmamıştır, izlemeyen dört kişiden sonuncusu da benimdir.


Filmin konusuna üstün körü bakıp bi kaç yorum okumuştum. Bazıları filmin harika; bazılarıysa filmin sıkıcı ve erotizmi fazla olduğunu söylemiş. Film ailece izlenmez, en azından ilk yarım saati; ama bana göre iş erotizmden çok Kate Winslet`in harika oyunculuğu ve cesaretiydi. Bence herkesin öyle kolayca ekrana çıplak çıkması hele ki bunun üzerine bide rol yapması kolay iş değil. Kadının cesaretine hayran kaldım çünkü çıplak bi şekilde onca kişi önünde işini yapması kolay olmasa gerek. Bir oyuncu; rolünü, oyunculuğunu desteklemek için aslına bakılırsa kıyafetlerinden pek çok kez yardım alırken o tüm bunlardan sıyrılıp sadece kendi yeteneğini kullanmış. Filmi izlemeden önce kadınla çocuğun arasındaki yaş farkına az çok ön yargıyla yaklaşsam da film bunu tamamen değiştirdi. Filmde bundan çok çok daha fazlası vardı. Ruhu olan filmlerden…Bi çocuğun ilk birlikteliğiyle oluşan bi tutku aşk ve hayatının devamında onu nasıl derinden etkilediği…Bi kadının bilmediği şey yüzünden başkalarına muhtaç olması, bunu yüksek sesle söyleyemeyecek kadar utanması…



 Filmin en can alıcı noktalarından biride Michael`in Hanna Schmitz`i mahkeme salonunda tekrar görmesiydi. Konuyu yarım yamalak okuduğum için bende şaşkınlık yarattı. Yalnız mahkemede kadının tüm utancını yenip sesini çıkarmamasına artık genç olan Michael`in kadının fikrine saygı duymak adına sessiz kalmasına sinir olmadım desem yalan olur. Kadın onu ne kadar hayal kırıklığına uğratırsa uğratsın aşık işte. İçten içe kudurdum kadının onca yıl tüm suçu üstlenip tek başına en ağır cezayı çekmesine. Benim iç sesimi susturup filme dönecek olursak yıllar geçse de çocuğun kadından vazgeçememesine kadının azimle okumayı öğrenip umutsuzca mektup yazmasına hayran kalınmayacak gibi değildi. Temposunu hiç düşürmeyen bi filmdi. Naifliği, duygusallığı, yumuşaklığı kalbinize dokunuyor ve kesinlikle size çok şey katıyor. Çocuğun filmde söylediği bu sözleriyse insan düşünmeden edemiyor:

''Hiç bir şeyden korkmamıştım. Daha fazla acı çektikçe daha fazla aşık oluyordum. Tehlike aşkımı daha da büyütüyordu. Onu keskinleştiriyordu, ona lezzet katıyordu. İhtiyaç duyacağın tek melek ben olacağım,başlangıçtakinden çok daha güzel bir hayat yaşayacaksın. Cennete geri alınacak ve sana bakılıp şöyle denilecek: ‘Sadece tek bir şey ruhun eksikliğini tamamlayabilir. Buda… aşktır. ''



Son olarak filmin teorik kısmına gelirsek Bernhard Schlink imzalı aynı adlı romandan uyarlanmıştır. Uyarlanan senaryosunu David Hare yazmış, filmi Stephen Daldry yönetmiştir. Baş rollerinde Ralph Fiennes ve Kate Winslet yer almaktadır. Konusu 2.Dünya Savaşı bittikten sonra yaralarını sarmaya çalışan Almanya’da Michael adlı genç çocuk tesadüfen tanıştığı, kendisinden yaşça büyük Hanna Schmitz’eaşık olmuştur. Michael’ın bu isteği karşılıksız kalmaz. Gizlilik çerçevesinde yürütülen bu ilişki, Schmitz’in bir anda, ortadan kaybolmasıyla biter. Aradan 8 yıl geçmiştir. Michael çalışkan bir avukat olmuştur. Nazi suçlularının yargılandığı mahkemelerde gözlemcilik yapmaktadır ve bir gün Hanna’yı sanıklar arasında görür.Altın Küre, BAFTA ve Akademi Ödülleri'ne aday gösterilen film Kate Winslet`e Oscar ödülü getirmiştir. Daha önce izlememiş oluptaizlicek olanlara ve tekrar tekrar izliceklere keyifli seyirler .