Çocukluğumdan beri sürdürdüğüm tek istikrarlı tutkum Yeşilçam filmlerini izlememdir herhalde. Tekrar tekrar tekrar izlerim ama hala bıkmış değilim. İlk hangi filmi izledim, ilk kaç yaşında izledim hatırlamıyorum. Ne zaman televizyonda bi Yeşilçam filmine rastlasam ekranın karşısına kurulur, bitene kadar başından ayrılmazdım. İzlemeye başlayınca resmen paralel evrende yolculuğa çıkar, tüm alıcılarımı kapatır, ona konsantre olurdum. Reklam aralarında koştur koştur tuvalete gidip, başlarsa tek bi kareyi bile kaçırmak istemezdim. Gerçi  hala öyle de… 



Şimdilerde insanlar birden fazla kez aynı şeyi ne izler, ne okur oldu. O yüzden bu davranışım birçok insan tarafından psikopatça bulunabilir, ama öyle. Önceden televizyonda yayınlandıkça izleyen ben özellikle son iki haftadır netten boyna izleyip duruyorum. Ve buda bazı şeyleri fark etmeme, olan daha doğrusu artık olmayan şeyleri gözüme gözüme soktu. Önceden haberlerden önce veya öğlen mutlaka birden fazla büyük kanal Yeşilçam filmi yayınlarken artık yayınlamayı bırakmışlar. Bırakın hafta içini, hafta sonunu ayda bir bile yayınlamıyolar. Onun yerine defalarca başa sarıp izlettikleri dizileri, salak kadın programları (gerçekten salak ama : koca polis teşkilatının çözemediği cinayeti üşenmeyip sunucu çözüyo. Bun  neresinde mantık var. Üç beş tane akıl sağlı şüpheli tip eve arabaya göre koca karı falan arıyo) koyuyolar. Hayır programlarda az çok mantık olsa (millet ne giymiş bize ne? Modayla bu kadar ilgiliysen aç bi moda dergisi karıştır kardeşim. Ne bir sürü insanın izleyeceği programda iki üç kişinin beğenisine göre rezil olasın ki!) “Eyvllah!!” der takılmam ama durum içler acısı. Daha da içler acısı hangisi bilemiyorum. Bunların yayınlamasına izin verenler mi yoksa izleyenler mi? Ya herşeyi geçtim çocuklarda ucundan kıyısından izliyo geleceğimize yazık. Off bende bu duruma amma takmışım. Her neyse konum Yeşilçam.




Ben romantik komedilere bayılırım. Diğer türleri de severim ama romantik komedilerin yeri ayrıdır. Son iki haftadır Yeşilçam filmi izlerken fark ettim ki romantik komedi sevme sebebimdi Yeşilçam.  Çünkü küçükken Türkan Şoray`ın, Gülşen Bubikoğlu`nun, Filiz Akın`ın… neşeli olan her filmini izlemişim üzerine düzinelerce hayal kurmuşum, kız kardeşimle oyun oynarken orda ki karakterlerden birini kendimize seçer olmuşuz.



Çocukken izlediğimi ne derece anlamışım bilmem ama hoşuma gittiği kesindi. O zamanda acı dolu filmlerini sevmez ama yine de sırf meraktan izlerdim. Büyünce onlar gibi komik eğlenceli bi hayatım olacak, onlar gibi iki göz yaşı döküp ardından hemen yüzüm gülecek aşık olduğum adama kavuşacak, olmadı adamı dize getirmek için intikam oyunlarına başvurup filmin sonunda yine mutlu olacaktım. Henüz ne ölmüş, ne de ömrümün sonuna gelmişim diyecek kadar yaşlı-kesinlikle-  değilim  –tabi bu sakarlıkla küt diye ölmezsem- ama  başıma böyle filim vari şeylerin geleceğine dair ümidim kalmadı. Galiba istemeden de olsa büyüdüm ve sadece filmlerde olduğunu anladım.


 Her şeyin filmlerdeki gibi olmadığını öğrenmek bu dünyaya tahammülü biraz daha katlanılmaz kılsa da, herkesin bi mutlu sonu olmasını umut ediyorum. Yeşilçam filmlerinde sadece mutlu sonla bitmesi değil içindeki yaratıcı mizah da beni onlara bağlıyo. İstersen elli istersen yüz defa izle, her sahneyi ezbere bil ama yine her defasında aynı sahneye tebessüm ediyosun. Bunun sebebi bence çok fazla bizden olmaları yoksa otuz kırk yıl önce çekilmiş filmi hala farklı yaş gruplarından insanların izleyip sevmesi kolay iş değil. Şimdilerde Türk Sineması hikayelerini tüketmiş, nerden ne bok çıkarsak diye bakıp, oradan buradan çalıyo veya izlenemicek derecede berbat filmleri önümüze koyuyo. Hee her film de kötü değil, şimdi hepsine çamur atmakta olmaz; ama çoğu benim için pek bi anlam ifade etmiyor.  Acının dibini gören, çoğu zamanda ne anlatmış bu ya denilecek veya ağır seviyesiz komedi kokan filmler yapılıyo. Bi de nedir bilmem Türk yapımcılar romantik komedi filmi yapmayı unutuş gibi davranıyor. Önceden böyle miydi? Hayatta zaten bolca dram var. Tamam yapın da süreklide gözümüze gözümüze sokmanın gereği yok. Şöyle Ah Nerede Vah Nerede,  Güllü Geliyo Güllü gibi güzel eğlenceli şeylerde yapın yahu.





Yeşil çam sanatçıları arasında Türkan Şoray ve Gülşen Bubikoğlu favori yıldızlarım. Ee Tabi bide Filiz varki onunda zarif güzelliğine bayılırım. Aktörlere gelirsek Tarık Akan ve Ediz Huna ölürüm, Kadir İnanır`a bayılırım. Hepsini oyunculukları çok içten, eğlenceli. Hepsine ayrı ayrı hayranlığım bariz şekilde mevcuttur. Favori filmlerime gelirsek Ah Nerede Vah Nerede, Tatlı Meleğim, Güllü Geliyor Güllü, Evcilik Oyunu, Güllü, Kara Gözlüm,  Kadın Değil Baş Belası, Ateşli Çingene, Tatlı Dillim, Ateş Parçası….daha çok sayarım da aklıma ilk gelen bunlar.



 Yeşilçam şarkılarını da es geçmemek gerek. Her film için ayrı ayrı betelenen şarkılar hala dinleniyo, biliniyo. Sözler anlamlı melodileri ise akılda kalıcı ve çok hoş. Şimdiki iki cümleden oluşan boktan Demet Akalın şarkıları gibi değil. Siz siz olun moraliniz bozuk falan olduğu zaman azıcık neşe bulmak istediğiniz zaman açın bir Yeşilçam filmi izleyin. Ya çocukluğunuza ya gençliğinize döner azıcık da olsa keyiflenirsiniz. İlk nerden başlim diye soran varsa da bolca gülün diye Güllü Geliyo Güllü derim.

    Kitaptan bahsedicem şayet film 4 Ocak`ta çıkıyo. Filme gitmeye zaman bulabilir miyim bilmiyorum; ama eninde sonunda izleyeceğimin garantisini verebilirim. Kitap son dönemde orda burada adını duyduğum, gördüğüm bi kitaptı. Bu sefer milletten çok duyup, üzerinden yıllar geçmesini beklemeyeyim deyip duruyodum kendime. Alma planları içerisindeydim zaten ama buna gerek kalmadı. Kitap benim ilk yeni yıl hediyem. Kargo paketini ben açamadım ama kargonun içinden çıkandan son derece memnunum.



    Elimde okumakta olduğum kitabı bitirir bitirmez okumaya başladım. Kitabı okumaya başlamadan önce filmin fragmanını izlediğim için kitabın her anında oyuncularla özdeştirip kafamın içinde öyle şekillendirdim. Ee bide filmde Bradley Cooper gibi çok sevdiğim, bolca filmini izlediğim biri olunca hayal gücümün karakteri canlandırması pekte zor olmadı. 



    Kitap başkahraman   Pat Peoples’ın,  annesinin çeşitli çabalarıyla kapatıldığı deliler hastanesinden çıkarılmasıyla başlıyo. Pat karısıyla ayrılması üzerine kitabın sonunda ancak öğrendiğimiz bi sebep yüzünden o hastaneye kapatılıyor. Pat`e göre bi kaç ay kaldığı yerde aslında dört yıl kalmış ve bu süre zarfın olanları kafasından tamamen silmiş durumda. Pat`in dış dünyayla mücadelesini izlerken bi yandan da geçmişe yaşananlara dair ipuçları yakalamaya çalışıyosunuz.


     Pat eski karısı Nikki`yi kazanmayı umutsuzca hayatının amacı haline getirmiş halde. Düşündüğü yaptığı her şey Nikki endeksli. Spor yapıp, çok okuyo ki Nikki`nin istediği gibi biri olabilsin. Ölümüne spor yapmak onun için hayatın anlamı olmuş; çünkü Nikki ile evli olduğu süre boyunca aldığı kiloları vermeli ve ilk tanıştıkları o fit haliyle karşısına çıkmalı. Çok okumalı çünkü Nikki İngilizce öğretmeni ve onunda kitap okumasını isterdi. Nazik olmalı çünkü o öyle isterdi. Her şey ama her şey onu geri kazanmak artık düzgün bi koca olabileceğini göstermek, ona göre ayrılık süresi olarak gördüğü bu ayrılığa son vermek için.


    Patin ailesinden bahsetmek gerekirse onun özleyen bi erkek kardeşe sahip. Çocukluklarından beri bu iki kardeş ve babanın tek ortak noktası EAGLES. Pat`e bu zor durumunda bir yandan da Amerikan futboluna tutunarak etrafındaki insanlarla, eski dostlarıyla iletişim kurmaya çalışıyo. Bir insan nasıl hayatını maç endeksli yönetir bilmem ama Pat`in babası öyle yapıyo. Kazanırsa kendi sınırlarında tatlı, kazanamazsa gudubet bi herif olup çıkıyo. Annesi tüm bu sorunlu erkeklerin arasında kalmış, bunlarla mücadele etmeye çalışan, güçlü ama aynı zamanda kırılgan bi kadın. Kocasından beklentileri de bi türlü karşılık bulmuyor. Çünkü kocası olacak herif ki bu Pat`in öz babası oğluyla konuşmaya bile tenezzül etmiyor. Kendi kabuğuna çekilmiş sert karakterli bi tip. Pat`in tüm kitap boyunca onunla olan umutsuz konuşma özlemine bi türlü cevap vermiyor. Bence Pat`in babasının da bi psikoloğa ihtiyacı var. Psikolog deyince Pat`in Hintli psikoloğundan bahsetmeden geçmek olmaz. Görüp görebileceğiniz en tatlı ve sıra dışı psikolog. Bunlardan gerçekten var mı bilmem ama bi gün psikoloğa işim düşersen bende ondan bi tane istiyorum. Sadece doktoru değil aynı zamanda arkadaşı da oluyo .



     Eee tabi bu hikayeye bi de kadın lazım. Yakın arkadaşı Ronnie`in eşinin kız kardeşi  Tiffany giriyor sahneye. Tiff`inde sorunlu bi geçmişi var ve bununla başa çıkma yöntemleri oldukça farklı. Kız Pat`e fena halde takıyo ve her koşusunda onu geriden takip ederek eşlik ediyo. Bunu neden niçin yapıyo söylemiyo ve Pat`le birlikte öğrenmemiz zaman alıyo.



   Kitabın sonunda ne oluyo söyleyemem ama Tiff`inde Pat`inde asıl hikayesini öğrenmek için kitabın son sayfalarını beklemek zorunda kalıyosunuz. Ama bu sizi hiç sıkmayıp, sadece merakınızı arttırıyo. Nedeni öğrenmeye giden yolda bi hayata şahit olup, az çok kendinizden bişeyler buluyo, Pat`in sürtük karının  saçını başını yolmak istiyo, Pat`i sarsıp uyan artık demek istiyosunuz. Merakla Pat`in ondan vaz geçmesini ve gerçekleri hatırlamasını beklerken bi yandan da onun içinize işlemesini hayretle fark ediyosunuz. Böyle manyak karakterle görmedim, böyle manyak bi karakteri sevmemiştim. Çoğu zaman Pat için deli gibi üzülücek onun kırılan kabini onarmak isticek çocuksu tarafının ne kadar şefkate aç olduğunu görceksiniz. Onun için. Hayat için bi umut arayacaksınız. Söylemeden edemicem kargo paketinin içine iliştirilen umut bu paketin içinde sözü kitaba cuk oturmakla birlikte, hayatın bi hediye paketinden ibaret olup, içindeki umut kırıntılarının saklı olduğu hediye paketlerini bulmamız gerektiğini  hatırlattı bana.


    Kitabın diline gelecek olursak; dili hafif ve akıcıydı. Baş kahramanımız Pat`in ağzından anlatılıyodu olaylar. Hatta daha doğru belirtmek gerekirse sizi onun beynine yerleştiriyor ve düşüncelerini duyuyo, onunla yaşıyo, onunla hatırlıyo, onunla hissediyosunuz. Farklı bi deneyim, farklı bi pencere için okunması gereken nasıl bittiğini anlamayacağınız bi kitap. Dua edin de biri yeni yıl hediyesi olarak kapınıza bıraksın.



    Son kitabı Allah Beni Böyle Yaratmış`ı bitireli bir hafta oldu. Hazır hatıralarımda tazelenmişken Pucca`yı yazmadan geçemedim. Geçen yıl tanıştım kendisiyle(tabi bu mecazi anlamda). Bir arkadaşım ne zaman D&R`a gitsek eli ona uzanıp “Aaa biliyor musun bu kitabı İzmirli bi kız yazmış. Eski sevgilisinden intikam almak için bi blog açmış, şimdi ise geldi noktaya bak.”  der durur ama bi türlü almazdı. Neyse sonunda dayanamayıp ben aldım. Her zamanki gibi kendi kitapçıma gittim zaten depresifim, bir şeyler alim dedim onu da attım çantaya. Depresyondayım dediysem harbiden dibe batmış durumdaydım. Hoşlandığım çocuk ki ben ona Öküzcan diyorum(kitabı okumadan öncede öyle derdim), ki çocuk benden bi haber, beni farkına bile varmadan çok üzmüştü. Çocuğa aşık falan değildim ama kafayı fena halde taktığım bi gerçekti. Koca bi dönem çocuğun peşinden amaçsızca koşup durmuşum, tam sömestr da öğreniyorum ki dam gitmiş benden çirkin bi hatundan hoşlanıyor. 



    Açtım kitabı başladım okumaya kitabın ilk sayfasında kız eski sevgilisine bi giydirmiş bi giydirmiş dedim “Ne oluyoruz bu ne”. Daha önce onun ne blogunu okumuşum, ne ne anlatır biliyorum. Neyse dedim devam ettim,  bi baktım beni içine çekmiş dünyayla olan son bağımı da koparmış. O anlatıyo sanki bende dinliyorum. O kadar doğal o kadar senin benim gibi ki. Bi kere ağzı bozuk, iyisiyle kötüsüyle kendini anlatıyo ki tamamen dürüstçe. Kim kendisine bu kadar açık yüreklilikle bencil zaman zaman sürtük deyip kendini gerçek anlamda kötüler derecesinde. 



    İlk kitapta bazen sevdim bazen de bu ne biçim kız demeden alamadım kendimi ama bir dakika düşününce ondan çok da farkımız olmadığını onun sadece daha dürüst olduğunu fark ettim. Bide daha az cesur. O eriği tavlicam diye çırpınırken ikide bir kendime dönüp “Bak bak kız neler yapıyo. Sen hala böyle otur evde depresyon acısı çek.”  deyip durdum. Başından öyle olaylar geçmiş öyle şeyler yaşamış olaylara öyle tepkiler vermiş ki kimsenin aklına gelmicek türden. Kitabını gerçekten günlüğüne yazar gibi yazmış. Öyle benzetmeler yapmış ki cuk diye oturmuş. Öyle delice şeyler yapmış ki yok artık dedirtmiş. Tabi bütün bu yaptıkları konuşmaları insanı nerde olursa olsun yüksek sesle kahkaha atmasına engel olamıyor. İlk kitabı evimde okudum ama ikinciye otobüste başlayınca amcalardan teyzelerden bol kınayıcı bakış bok cık cık bol azar yemedim dersem yalan olur. Ağlasam milletin gıkı çıkmaz ama gülüyorum ya anında mal bu kız damgasını yapıştırıyolar.



    Kitaplarında kendi hayatından kendi duygularından bahsediyo. Bazen çok komik yer yerde acı hatıralarından bahsedip iç sesini bize duyuruyo. Kalbini açıp içini döküyor. Eski sevgilisinden  (ki ben ona Ankaralı Hödük diyorum) ve Pucca`yla baştan bi ilişkiye başlar gibi başlayıp sonunda çeşitli sebeplerle ayrıldığı sevgililerini okuyoruz. En başından sanki onunla birlikte bi adamı tanıyoruz seviyoruz sonra ilişki ilerledikçe onunla birlikte nefret edip küfrediyosunuz. Öyle kız göt gibi ortada kalınca sanki sizde onunla ortada kalıyosunuz. Öyle sizin iç sesiniz haline geliveriyor.kitabın bazı iyi yönleri ders veren şeyleri yok değil hani. Açıkçası bi kaç on taktik kapmadım desem yalan olur. Uyguladım da ve harbiden işe de yaramıyo değil hani. Tabi kitabın bazı yan etkileri de mevcut. Mesela küfür. Okuduktan sonra baya bi süre ağzım bozuk gezdim. Paranoya bağladığım durumlar oldu.


    Lafı son kitaba getirirsek çıkar çıkmaz hatta daha ön siparişinde bu kitap benim olacak dedim. Kitabın ne konusuna baktım ne bir şeyine; ama alıp eve getirince büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Ben Ceri ile kaldığı yerden anlatılacak diye beklerken o gitmiş Ankaralı Hödüğü anlatmış. Başta baya duruma bozulsam da kuzu kuzu okudum. Kitapta yer yer, hatta diğer kitaplara göre oldukça fazla okuduğum şeyleri tekrar tekrar okudum. Ama yeni bi çok anıda yeni okumadım, niye bu Hödüğe bu kadar aşık onu anlamadım desem çarpılırım. Gerçi hala niye aşık çözebilmiş değilim ama neyse. He rşeye rağmen yine çok güldüm ve yine çocukluğu yüzünden çok üzüldüm. 



   O anası olacak kadını elime geçirirsem harbi suratının orta yerine bi tane geçiricem. Pucca`yı okuyup da pişman olanı görmedim o yüzden tavsiye etme gereği bili duymuyorum.
İnşallah anası, kaynanası olmaya aday cadılar, eski hödükleri okurda kıza yaptıklarından dolayı üzülür, millete de rezil olurlar. Aklıma gelmişken kitap kapaklarının tasarımına da bayılıyorum yaa. Tam onluk tam Pucca.





NOT: Öküzcana ne oldu diye merak edene tarih sayfalarına karıştığını bildirmekten üzüntü duyarım. O kızla olan şeyi  doğru çıkmasa da, ben onunla tanışma fırsatı yakalamış olsam da, sadece etrafımdakilerinin başın şişirmektenı -Pucca tabiriyle kafalarını sikmekten- öteye gitmedi. Olan onlara oldu anlicağınız.
EK NOT: Görme engelliler sesli kitap okumaya başladım. İlk kitapsa Allah Beni Böyle Yaratmış. Daha acemiyim ama en iyi işi çıkarmak için uğraşıyorum. Hem kimse Pucca`dan mahrum kalmamalı.


   


  Her zamanki ben altından kalkabilir miyim diye bakmadan bi çok işe el atınca –genelde altında kalırım o koca taşların- yazı yazmayı bırak kafamı kaşicak vakit buldukça ödev yapar oldum. Tabi bide hadi yazim deyince pat diye yazılmıyor “Ne yazıcaksın kardeşim!” diye de soruyorlar sana. Bende uzun uzun düşündüm ve Death Note`u yazmaya karar verdim. 


    Death Note`la tanışma hikayemden bahsetmeden de geçemicem. Lisede bir arkadaşım vardı ki biz ona Çingu derdik, sınıfta boş derste falan anime izliyor. Bide baktık bir kaç kişi falan kafaladı derken sınıfın yarısı projeksiyondan yansıtmış Death Note`un animesini izliyor. Başta “İşiniz gücünüz yok mu Bugs Banny dururken bu ne!hehe” diye dalga geçsem de sevgili Çingum elime sıkıştırınca DVD’leri kaptım eve gittim. Tabi bide evde kız kardeş faktörü var. Nerden duymuş bilmem ama o zaten böyle iğe deliğinde tavuk bulacak tiplerden tutturdu “İzlicem al” diye. Neyse aldık getirdik bizim hatun bayıla bayıla izledi ben ne diye izlemediysem izlemedim. Sonra bizim kız gidip mangalarını alıp ev getirmiş. Dedim bari üniversiteye otobüsle gidiyosun servis gibi konuşup sataşacağın tip yok diye, millete bulaşma al oku. Aldığım en doğru kararlardan biriymiş çünkü bayıldım. Bir kere resim var yaa. Bazıları “Bu embesil ne yapıyo? Kaç yaşına gelmiş resimli şeyler okuyo.” diyordu biliyorum ama hala uyanamamış olan olanlar. Çenem düştü biliyorum o yüzden hemen mangadan bahsedeyim ki animesini hala izleyebilmiş değilim(telafi etmem gereken şeylerden biri).


    Olaylar; Ryuk adında bir Shinigami(Ölüm Tanrısı)nin Death Note(ölüm defteri)ni Dünya'ya düşürmesiyle başlar. Kitabı bulanımızsa aşırı zeki ama cidden aşırı zeki ve etrafındakilerin zekâsı ona bi türlü yetmediğinden onu zorlayacak bir şey karşısına çıkmadığından hayattan sıkılmış vatandaşımız Raito (Light) Yagami. Tabi onun yakışıklı olduğunu söylemeye gerek yok. defterin işleviyse üzerinde kabak gibi yazmaktadır:


"Bu deftere ismi yazılan insan ölecek.
Bu defterin yazarı, kişinin ismi ve suratı aklında olmadığı sürece sonuç göstermez. Bununla beraber, aynı ismi taşıyan diğer kişiler de bundan etkilenmez. Eğer kişinin ismi yazıldıktan 40 saniye sonra ölüm biçimi yazılırsa, kişi o şekilde ölür. Eğer ölüm sebebi belirtilmemişse, sadece kalp krizinden ölür. Ölüm sebebi yazıldıktan sonra, ölümün ayrıntılarının 6 dakika 40 saniye içerisinde yazılması gerekir."



        İlk inanmaz ama elinde bir fırsat var kendi adaletini sağlayabilir bakalım doğrumu diye dener. Sonra karşısına ansızın Ryuk çıkar ve kendisine üç aşağı beş yukarı kuralları açıklamaya başlar. Yalnız söylemeden edemicem Ryuk ağzından laf almakta harbi zor. Mangalara devam ettikçe dişe dokunan şeyler öğrenebiliyosun ki kitabın bir sürü bir sürü özeliği var. Kitaba geri dönersek Light bu işten hoşlanır netice sıkılıyordu ve hayatına bi hareketlilik katıcak üzerine bide yasaların yapamadığı şeyi yapıp suçluların canına okuyacak. 


    Tabi çatır çatır suçluların icabına bakınca olayı çözse çözse dedektif “L” giriyor ki; kimliği tam bir sır perdesi. Kimse nedir necidir bilmiyor ama adam zeki ve çözemediği olay yok. L `nin beyni öyle bir çalışıyor öyle tavırlar içindeki, adam farklıyım diye bağırıyor. Olay L ve Light arasındaki bir çekişmeye dönmekle birlikte Light`ın işi cidden zorlaşıyor. Kimliğini saklamaya çalışması ayrı problem babasının “L” ile çalışıp TV de KİRA adı altında ün yapan kendi oğlunun icabına bakmayı istemesi ayrı problem. Aralarında ki çekişme öyle noktalara geliyor ki bundan da sıyrılamaz derken, bir bakıyorsunuz hallediyor;  kusursuz plan derken de bir bakıyorsunuz “L” kuyruğundan yakalamış.  


    Ben daha çok anlatırım şöyle oldu böyle oldu diye ama; buda korsan yayına girer herhâlde. Olaylar zaten öyle yerlere geliyor ki ne zaman başladın kitaba ne zaman bitti anlamıyorsun (zaten resmi falanda bol). Adamlar üşenmemişler ve öyle bir kurgulamışlar ki o zekayı kitabı kapatıp alkışlayasınız geliyor. Tabi dünyada buna tepkisiz kalmıyor ve animesi de çekildikten sonra ödüle doymuyor. Bence ben mangaların hepsini alıp sonunu getirim, üzerine de animesini izlim. Sizlerde daha fazla şey kaybetmeden izlemeye koyulun.


    NOT: Arada diyorum benim elime geçse ne yaparım diye. %75 im kullan gitsin. Zaten canını sıkan çok tip var, o sinirle onları da aradan çıkarırsın diyor. Sürekli şöyle yapsam böyle yapsam da intikam alsam diye kafada kurup uygulamıyorsun al sana fırsat diyor. Ama  %25 lik kısmımsa yapma yazık ama milletin işine karışma diyor. Tamam tamam bu dediğime ben bile inanmadım. Daha çok neyine güveniyorsun yakalanırsın sen, ki yakalanmazsan da garanti çok zaman geçmez yumurtlarsın diyor. Ama yalan yok elime geçse 75`i dinler bi dener işe yararsa oturur listemi yaparım.



Bu diziyi geçen sene zarplarken Cnbc-e de rastladım vakit geçsin diye izlemeye başladım. Daha dizide ne oluyor, kim oynuyor, ne anlatıyorlar diyemeden Betty White çıktı ortaya ve yaptığı esprilerle sesli sesli gülmeme neden oldu. Betty White`ı tanımayan yoktur. Ama ne yazık ki ben onun Golden Girls dizisine yaşım dolayısıyla ne yetişe bildin ne de sonradan izledim. Bir kaç filmde kendisini izleme fırsatı bulsam da bu diziyle kalbimde resmen taht kurdu.



Dizimiz üç tane orta yaş üstü hatunumuzun Paris`e giden uçaklarının Cleveland`a acil iniş yapmasıyla başlıyor. Kahramanlarımız kendilerini tekrar Paris’e gitmek üzere yola çıkmadan önce Cleveland`a bir bara atarlar. Veee bara girdiklerinde bütün Cleveland erkeklerinin gözü onlara döner. Onların tabiriyle bu “Şehvet dolu bakışlar.” dır. Kocasından yeni boşanmış Melanie, kendini büyük bir oyuncu zanneden Victoria, Hollywood`an transfer kaşçı Joy gözlerine kestirdikleri üç erkeğin masasına otururlar. Ertesi gün bizim mantıksız tek hareket yapmadığı iddia edilen Melanie Cleveland`a taşınmaya karar verir. Diğerleri de iki hafta deneyelim derken bir bakıyorlar topluca Cleveland`a çivi çakmışlar. Melanie`ni hemen kendine Clevelanddan bir ev tutar ve nihayet sahneye bizim namı diyar Betty White çıkar.  Elka Ostrovsky Melanie`nin tutuğu evin yıllardır bakıcılığını yapmıştır. Başka kızlardan hoşlanmadığını iddia etse de sürekli gıcıklığı bir Joy`a devam edecek.
Karakterlerimize gelirsek… 


Melanie: Kocasından yeni boşanmış, çocuğu çoluğu üniversiteye başlamış. Yıllar önce başladığı bir kadın ölmeden önce ne yapmalı listesini kitap haline getiriyor ve az çok uygulamaya başlıyor ki; Paris bunun bir adımıydı onun için. Kendisi bazen sinir bozacak kadar şeker ve bence hayır demesini bilmeyen bir tip. Erkekler konusunda belli bir miktar özgüven eksikliği de yok değil ki; eski kocası genç bekar bir bayanla flört edince olmaması garip olurdu. Cleveland konusunda en az yakınan karakterimiz diye biliriz. Kesinlikle yardım sever ve Polyanna`nın bir alt versiyonu gibi. Mümkün olduğu kadar kötülükten ve bencillikten uzak durmasıyla birlikte az çok safta. Oyuncu kesinlikle rolün hakkını veriyor.


Victoria Chase: Bir çok kez evlenip boşanmış. 27 yıldır rol aldığı pembe dizi yayından kaldırınca eskiden beri arkadaşı olduğu Melanie ve joy la Paris’e gelmeyi kabul eder. Kendisi dizinin en bencil, en kendini beğenmiş, en manyak karakteri desek yeridir. Kadın bencillikte sınır tanımamakla birlikte tipik bir Hollywood çakması. Kendisine sorarsanız muhteşem oyuncu, herkes tarafından tanınıyor. Angelina Jolie bir o iki modunda. Zaten Cleveland`da kalma sebeplerinden biride orda herkesin onu tanımış olması. Sırf tanıyorlar diye marketten çıkmadığını bilirim. Onu tanımamak ve övmemek büyük hata. Bu kadar negatif saydırdım ama Elka`dan sonra en sevdiğim karakterdir. Başını belaya sokmakta, kızları da içine sürüklemekte bir numara olmakla birlikte yıldızım tekrar parlayacak diye yaptıkları da insanı güldürüyor. Ee deneyimli oyuncumuzda bu rolün hakkından gelmesini bilmiş.


 Joy: Kendisi ne yazık ki diğerleri kadar şanslı değil(ona göre), çünkü hiç evlenememiş ve üzerine bide tek evlilik gününde de terk edilmiş. Bu durumsa hala onun içinde baya derin yara e nasıl olmasın. He bide henüz reşit olmadan hamile kalıp ne yazık ki evlatlık verdiği bir oğlu var. Dizinin ilerleyen bölümlerinde onunla da olaylı bir şekilde tanışıyor. Ha bu sırada bahsetmiş miydim kendisi İngiliz. Erkeklere çok çabuk kanıyor ve Elka`nın deyimiyle “Sex düşkünü”. Oyuncu İngiliz aksanında başarılı çünkü o gerçekten bir İngiliz ve ekranda görmekten mutluluk duyduğum isimlerden biri.




Bu üç karakterimizin ortak bir geçmişleri olmakla birlikte birbirleriyle karakterleri görüldüğü üzere farklı. Galiba tek ortak noktaları küçülttükleri yaşları.


Veeeee Elka: En sevdiğim favori karakterim. Role dair her şeyi seviyorum. Diğer oyuncuların hakkını yememek lazım ama dizinin lokomotifi desek az. Karakterimiz 88 yaşında, tonton nene modu falan gibi durduğuna bakmayın yere bakan yürek yakan cinsten. İlk bölümlerde kızlar ne dese ne yapsa muhafazakar bir şekilde olmaz deyip nazda yapsa, sonunda onlardan beter oldu. Kocasından başka biriyle flört etmemiş utangaç Elka`nın yerinde ilerleyen bölümde yeller esiyor. Diğer kahramanlarımız işi Elka`ya öğretim derken boynuz kulağı geçer hesabı oluyor. Kadına yerden gökten erkek yağıyor resmen. Zalim cazibe misali erkekler gamzelerine gülüşüne tav. Onun kadar oyunbaz şeker esprilisi yok. Hele o Joy`la atışmaları yok mu beni benden alıyor. Bir de sürekli giydiği eşofmanlarıyla resmen özdeşmiş durumda. Her bölüm rengarenk eşofmanlarıyla karşımıza çıkıyor. Dizi sadece o var diye bile izlenir. Yemin ediyorum yaşından dolayı ölecek diye aklım çıkıyor. Kadını öyle böyle değil baya benimsedim. Hayal dünyamda aslında o benim anneannem birlikte geziyoruz, alışveriş yapıyoruz, etraftaki salakların canına birlikte okuyoruz. Uzun uzun nasihatler vermek yerine, kendi tarzında esprili dersler veriyor. Programlama dersine giren hocayı gamzeleriyle kandırıp benim dersten kalma olayıma el atıyor.


Benim hayallere dalarsak anladım çıkamicaz en iyisi bu kadar beğenip övmeme dayanamayıp her biri yirmi her biri yirmi dakikadan oluşan, henüz üç sezon yayınlanmış diziyi izlemeniz. Cidden bir sezonu bitirirken vakit nasıl geçiyor insan anlamıyor ki ilk sezonu da sadece on bölümcük. Umarım izlersiniz ve beğenirsiniz. İzleyeceklere keyifli seyirler.


     Hala yazarken tereddütlerim olmakla birlikte, artık bu son nasıl olsa yaz gitsin dedim kendime. Sıkıcı, kesinlikle kasvetli, hele de benim gibi ders çalışmayı sevmeyen öğrencilerin korkulu rüyası vize haftasında gösterime giren filme gittim. Ama giderken aklımda ki düşünce aynen şuydu ”Tamam bu son. Git ve şu lanet ergenlikten kurtul. Utanç dolu hatıralarda kalsın. Eeee.. tabi bide zaten  vize haftasındasın kafan dağılır. ” Sonuç olarak sınavdan çıkıp tıpış tıpış gittim.




    İlk filmi izlediğimde lisedeydim, ağır ergendim ve filme bayılmıştım. Vampirlerle tek alakam çocukken tv de rastlayıp izlediğim bol kanlı, acımasız vampirler dünyası olunca film bende o dönem büyük hayranlık yaratmıştı. Koştur koştur çıkan kitapları almalar, o kitapları sabah okula gitmeyacekmişim gibi bir gecede bitirmeler,  filmi bir kaç defa izlemeler, önüme gelene izle izle diye baskılar yapmalar, yeni film hala çıkmadı diye yakınmalar,  ohooo daha neler neler. İşin tek iyi tarafı kitaplar bittikten sonra dikkatimin dağılması. Yeni Ay`dan sonra gözümde değerinin kalmamasıydı. İlk filmde vampir insan ilişkisindeki romantikliğe bayılmıştım, tabi büyüdükçe durup durup ne salakmışım demeden edemiyorum. Ama bütün bu eleştirilere rağmen her dört filmi de izledim; çünkü yarım bırakılan işi sevmem.



    Şafak vakti 2 ye getirecek olursak lafı, filme büyük bir beklentiyle gitmedim. Nedenlerim gayet basit ergenlik uzantısından kurtulmak, kafa dağıtmak, biraz aksiyon görmek… Film bence ikinci filme göre çok çok iyi üçüncü filme göre aksiyonuyla çok çook iyi ama hala bende nedendir bilinmez ilk filmin yerini tutmaz.




    Filmin konusunu duymayan kalmamıştır Bella diye bi hatunumuz var .Edward adlı vampire aşık. Evlenirler bide üzerine çocuk yaparlar. Doğum sonrasında da Bella`mız vampire dönüşür. Kızın gözlerini açmasıyla öpüşme sahnesinin gelmesi bir oldu desem yalan olmaz ki, zaten filmde bu sahneler filmin savaş sahnesine kadar sık sık var. Açıkçası diğer filmlerine oranla -ki ilk film de bi kez öpüşen çift- daha fazla koymaları bende yazacak bir şeyimiz kalmadı süreyi doldurmak için yazdık havası yarattı. Onun yerine daha hayal gücünü zorlayan efekti bol aksiyon sahneleri olabilirdi. Senaryo uyarama değil resmen kitabın özeti olmuş. İlk on beş dakikada yeni doğan vampir Bella`mızın oyunculuğu harbi tırttı. Bir ara avlanırken kendini Kedi Kadın filminde oynuyo falan sanmış olabilir. Ama sonradan oldukça toparladı. Filmin tek ve en iyi olan yeri sonradan sadece bir gelecek öngörüsü olduğunu anladığımız sahneydi. Bir an savaş çıkıp Carlisle, Jasper falan ölünce dedim ne oluyoruz. Sahnenin fos bir gelecek olduğu anlayana kadar “Senaristlere bak sonunda özgün bir şey çıkarmışlar, helal” demiştim ama sonra sinema salonundakilerle birlikte verdiğimiz tek tepki “aaaaaaa”. Filmi beğenenlere fanatiği olana diyebileceğim tek şey büyüyünce geçiyor. Film boş bir vakitte, sıkılırken izlenebilecek türden.



    Filmde kayda değer bulduğum tek şeyse Renesmee karakterini oynayan ufak kız. O nasıl bir güzelliktir, nasıl bir tatlılıktır.. Kız o kadar şekerdi ki her sahnede görsem diye bekledim. Hatta yanımdaki arkadaşım ” Bu kız insan olamaz, bilgisayar efektidir.” bile dedi. Film boyunca “Bu çocuktan bende istiyorum!” deyip durdum. Bende bu etkiyi yaratan bide Bebek Firarda  oynayan ufaklıktı.




    Film yine olukça iyi bir hasılat yapmış. Oyunculara da yapımcılara da iyi para kazandırmış. İster sevin ister sevmeyin ama Stephenie Meyer`in yazdığı roman yok sattı, film çok iyi hasılat yaptı,  tv`de bir sürü vampir dizisinin olmasına, bir sürü vampir kitaplarına yazılmasına, olan kitapların tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Bu iyi mi kötümü bilmem ama Stephenie Meyer`ın başarısından insan etkileniyor. Aklım gelmişken film müziklerini gerçekten beğendim. Doğru yerde ve zaman da kullanıldıkları gerçeği dışında da güze müziklerdi. Ha bu arada vampir filmi severim diyorsanız Brad Pitt ve Tom Cruise`un oynadığı Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles filmi şiddetle tavsiye ediyorum ve Twilight serisinden kat be kat daha güzel olduğunun garantisini veriyorum.




      
         Çok satanlar listesinde olan bu kitaba uzun süredir rastlıyordum ama alma teşebbüsünde bulunmayı bırak almayı düşünmemiştim bile. İtiraf etmek gerekirse neden bilinmez “Konusu ne bunun?” diye bile bakmamıştım. Neyse kitap alma hikayesini geçersek bi şekilde ordan burdan duydum, merak ettim ve aldım. Kitabın konusu ilginç: Kendi kaderini çiz.


     Bu kitaba da her kitapta olduğu gibi ilk sayfadan başlıyorsun ki altın kural kız olmalısın; çünkü kitabın devamında bi kadını olarak devam edeceksin. Kısacık olan ilk bölümün sonuna geldiğindeyse yazar önüne bir menü koyuyor ve senin iki yemek arasında seçim yapman gerekiyor. Sen 18 yaşındasın, liseyi yeni bitirmişsin, bir sevgilin var ve ilişkinde gayet güzel gidiyor. Menün de ise iki seçenek var: erkek arkadaşınla bir ev kiralayıp üniversiteye ve güvenli prestijli olduğunu düşündüğün bir hayata başlamak ya da sırt çantanı alıp tehlikeli, macera olduğunu umduğun dünyayı dolaşmak için bir yolculuğa çıkmak. Bu noktadan sonra seçimleriniz sizi kitapta bir o sayfaya bir bu sayfa sürükleyip duracak. Seçimler tamamen size ait. Bir anlamda kendinizi keşfetmek de dene bilir. Gerçekte yapacaklarınız ve aslında yapmak istedikleriniz. 


     Güvenli bir seçim yaptığınızı düşündüğünüzde iyi şeyler olacağının garantisi yok. Kitapta ilerlerken başıma gelmedik felaket kalmadı. Her üç bölümden birinde tecavüze uğradım, birinde lezbiyen oldum, birinde yapa yalnız (mutlaka bi kaç hayvanım vardı) öldüm. Bu kadarı da olmaz dediğiniz şeyler başınıza geliyor. Şanslıysanız bir kaç bölümden fazla yaşıyorsunuz genelde 102 yaşında ölüyorsunuz; ama şanslı değilseniz ikinci seçiminizde bile ölebiliyorsunuz. Kocanızı sinsi bir planla öldürüyorsunuz, kocanızı boynuzladığınız için kocanız sizi öldürüyor, uyuşturucu kullanıyorsunuz, uyuşturucu satıcısı olup köşeyi dönüyorsunuz, bir bebeği yaralıyosunuz, hapsi boyluyosunuz, şişmanlıyorsunuz şişmanlıyorsunuz  şişmanlıyorsunuz, sanat okulunda sanat işleriyle ya büyük bir başarı yakalıyorsunuz ya dibi boyluyorsunuz, büyücülükle suçlanıyorsunuz ki az çok doğruluk payı var, dini bir tarikatta seks kölesi oluyorsunuz, kulağa ne kadar iğrenç gelse de maymun tarafından tecavüze uğruyorsunuz,  Avrupa`yı dolaşıyorsunuz(ki bu yolculukların çoğunda bilmem kaç kez çantanız çalınıyor), alkolik oluyorsunuz …. kaç tane bomba patladı sayamadım. Tabi bunun yanında iyi şeylerde oluyor. Zengin oluyorsunuz ama bu her zaman kolay bir şekilde gelmiyor, aşkı buluyorsunuz, bazen birden fazla kez aşkı buluyorsunuz, çocuklarınız oluyor, dünyaca ünlü bir yazar, bazen aktris oluyorsunuz. Tüm bunların yanında aklınıza hayalinize gelebilecek her türlü şekilde ölüyorsunuz. Yazarın yemekle bir problemi olsa gerek birçok kez boğazınız yüzünden diğer tarafa yolculuk yapıyorsunuz. Ha bide öldükten sonra başınıza gelenler var. Bazen tanrıyı buluyor, bazen dünyaya geri dönüyor,  bazen cennet, bazen cehenneme giderken, bazen de aslında bunların hiç birinin olmadığını görüyorsunuz. Kitabın bence en büyük eksisi, yirmili yaşlar ballandır ballandıra anlatılırken bir anda kendinizi yaşlanmış ve ölüyor olarak bulmanız.


      Kitabı okumak bence biraz sıkıntılıydı. Çünkü bir o sayfaya koş bir buna koş derken nerden geldim ya ben buraya oluyorsunuz. Çok seri kitap okuyan ben bile bir haftada ancak bitirebildim. Klasik kitaplardı ki kolaylığa anlaşılan baya alışmışım. Bunun yanı sıra kitabı okuyup bitireceğim diyorsanız sistemli okumanız, hatta okurken geçtiğiniz yönlere bir tik koymanız şiddetle tavsiye edilir. Şayet ben öyle yaptım. Ama yok ben canım istedikçe okuyacağım derseniz de kitap buna müsait. Her seferde kendinize yeni bir yol çizmek. Yalnız oynayacağınız bir sonraki hamleyi iyi düşünmek gerekiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi seçimlerimizin bizi götürdüğü yerler şaşırtıyor. Yazar bu konuda da son derece yaratıcı ve kesinlikle başarılı. Çoğu insanın hayal gücünün yanından geçmeyen şekillerde hayata yön vermiş. Ve yazarın seçimlere giderken onları nasıl farklı bakış açıları ve gözlemlerle verdiği ise insanın takdir etmesi gereken noktalardan bir. Çünkü yazar hayatta yapmam dediğiniz şeyi bu gözlemleriyle yapmaya itebiliyor. 


     Kitabı beğenip okumak isteyenlere dip not: Heather McElhatton'ın orijinal adı Pretty Little Mistakes olan bu kitabın ardından Şahane Hatalar Talih Kuşu ve en son olarak da Şahane Hatalar Bira Ve Kadın çıkmış bulunmakta. 


                                                    
 Uzun zamandır duyduğum ama dram sevmeyip, izleyeceğim diyip ama bi türlü izleyemediğim filmi sonunda izledim. Her vize zamanı kaytarmak için bir şeyler buluyordum filmde açıkçası ona denk geldi; ama keşke daha önceden izleseydim demedim dersem koca bi yalan söylemiş olurum. Dramlardan hoşlanmayan bana bile keşke dedirtti. Filmi de zaten duymayan kalmamıştır, izlemeyen dört kişiden sonuncusu da benimdir.


Filmin konusuna üstün körü bakıp bi kaç yorum okumuştum. Bazıları filmin harika; bazılarıysa filmin sıkıcı ve erotizmi fazla olduğunu söylemiş. Film ailece izlenmez, en azından ilk yarım saati; ama bana göre iş erotizmden çok Kate Winslet`in harika oyunculuğu ve cesaretiydi. Bence herkesin öyle kolayca ekrana çıplak çıkması hele ki bunun üzerine bide rol yapması kolay iş değil. Kadının cesaretine hayran kaldım çünkü çıplak bi şekilde onca kişi önünde işini yapması kolay olmasa gerek. Bir oyuncu; rolünü, oyunculuğunu desteklemek için aslına bakılırsa kıyafetlerinden pek çok kez yardım alırken o tüm bunlardan sıyrılıp sadece kendi yeteneğini kullanmış. Filmi izlemeden önce kadınla çocuğun arasındaki yaş farkına az çok ön yargıyla yaklaşsam da film bunu tamamen değiştirdi. Filmde bundan çok çok daha fazlası vardı. Ruhu olan filmlerden…Bi çocuğun ilk birlikteliğiyle oluşan bi tutku aşk ve hayatının devamında onu nasıl derinden etkilediği…Bi kadının bilmediği şey yüzünden başkalarına muhtaç olması, bunu yüksek sesle söyleyemeyecek kadar utanması…



 Filmin en can alıcı noktalarından biride Michael`in Hanna Schmitz`i mahkeme salonunda tekrar görmesiydi. Konuyu yarım yamalak okuduğum için bende şaşkınlık yarattı. Yalnız mahkemede kadının tüm utancını yenip sesini çıkarmamasına artık genç olan Michael`in kadının fikrine saygı duymak adına sessiz kalmasına sinir olmadım desem yalan olur. Kadın onu ne kadar hayal kırıklığına uğratırsa uğratsın aşık işte. İçten içe kudurdum kadının onca yıl tüm suçu üstlenip tek başına en ağır cezayı çekmesine. Benim iç sesimi susturup filme dönecek olursak yıllar geçse de çocuğun kadından vazgeçememesine kadının azimle okumayı öğrenip umutsuzca mektup yazmasına hayran kalınmayacak gibi değildi. Temposunu hiç düşürmeyen bi filmdi. Naifliği, duygusallığı, yumuşaklığı kalbinize dokunuyor ve kesinlikle size çok şey katıyor. Çocuğun filmde söylediği bu sözleriyse insan düşünmeden edemiyor:

''Hiç bir şeyden korkmamıştım. Daha fazla acı çektikçe daha fazla aşık oluyordum. Tehlike aşkımı daha da büyütüyordu. Onu keskinleştiriyordu, ona lezzet katıyordu. İhtiyaç duyacağın tek melek ben olacağım,başlangıçtakinden çok daha güzel bir hayat yaşayacaksın. Cennete geri alınacak ve sana bakılıp şöyle denilecek: ‘Sadece tek bir şey ruhun eksikliğini tamamlayabilir. Buda… aşktır. ''



Son olarak filmin teorik kısmına gelirsek Bernhard Schlink imzalı aynı adlı romandan uyarlanmıştır. Uyarlanan senaryosunu David Hare yazmış, filmi Stephen Daldry yönetmiştir. Baş rollerinde Ralph Fiennes ve Kate Winslet yer almaktadır. Konusu 2.Dünya Savaşı bittikten sonra yaralarını sarmaya çalışan Almanya’da Michael adlı genç çocuk tesadüfen tanıştığı, kendisinden yaşça büyük Hanna Schmitz’eaşık olmuştur. Michael’ın bu isteği karşılıksız kalmaz. Gizlilik çerçevesinde yürütülen bu ilişki, Schmitz’in bir anda, ortadan kaybolmasıyla biter. Aradan 8 yıl geçmiştir. Michael çalışkan bir avukat olmuştur. Nazi suçlularının yargılandığı mahkemelerde gözlemcilik yapmaktadır ve bir gün Hanna’yı sanıklar arasında görür.Altın Küre, BAFTA ve Akademi Ödülleri'ne aday gösterilen film Kate Winslet`e Oscar ödülü getirmiştir. Daha önce izlememiş oluptaizlicek olanlara ve tekrar tekrar izliceklere keyifli seyirler .